menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Kendine mahkum, aşka ve suça kör

13 1
thursday

Var olmak için nefes almak yetmez; insan bir yere ait hissetmek ister, bağ kurmak. Duyguların, düşüncelerin, değerlerin bir anlam ağında birleştiği o değerli bağlara muhtaçtır.

Ama (post) modern insan, bu bağları tek tek çözüyor. Özgürleşmek için değil, yalnızlaşmak pahasına.

Zamanın ruhu artık başka bir çağrı yapıyor: “Yavaşlama. Hissetme. Sorgulama. Hazzın, beğeninin izinde hızla devam et, sadece devam et.” Biz de ediyoruz. Daha hızlı yaşıyoruz. Daha hızlı unutuyoruz. Daha hızlı tüketiyoruz. Sadece kendi hazzımızın peşinde, kendimizle oyalanıyoruz… Kendini merkeze koymayan her duygu gereksiz görülüyor artık. Benlik, öylesine büyütülüyor ki insan kendi içine sığamaz oluyor. İçi dışına taşan bir varlık değil artık insan; dışı büyüdükçe içi boşalan bir gölgeye dönüşüyor.

Bugünün insanı, kendi etrafında dönen bir gezegen gibi. Başkalarıyla temas ettiğinde değil, kendine hayran kaldığında var olduğunu sanıyor. Bencillik, bir kusur değil; sistemin ideal karakteri hâline geldi. Kendi görüntüsüne aşık olanların çağındayız; tıpkı Narkissos gibi, eğildiğimiz her suya kendimizi düşürüyor, kendi yansımamıza takılı kalıyoruz. Ama içtiğimiz hiçbir su, susuzluğumuzu geçirmiyor.

Narsisizm bir hastalık değil, çağın standardı. Toplum artık empatiyi değil, özsevgiyi yücelterek işliyor. Beğenilmek, değerli olmaktan daha önemli. Görünmek, var olmaktan daha gerçek… Anlamın yerini “etkileşim” aldı. Gerçek bir ruh taşımak yerine sadece bir profili yönetmeye başladık.

Ancak içimizde büyüyen o sessizlik ne hızla ne de hazla kapanıyor.

Bu yeni özgürlük tanımı aslında bir tür yalnızlık, bağsızlık mühendisliği.

Halbuki insan yalnızca etten ve kemikten değil. Kalbi olan, hayal kuran, acı çeken, dileyen, bekleyen bir varlık; bir zihni, bir ruhu, bir kalbi var. Bu varlık, algoritmalarla, “beğenilerle” değil, anlamla yaşar.

***

Ve aşk… En çok o un ufak oldu bu gürültüde. Artık kimse aşkı beklemiyor. Kimse büyümesini izlemiyor. Aşk, bir meyve gibi olgunlaşmadan dalından koparılıyor. Sonra da ağızda bıraktığı çürük tat eşliğinde çöpe atılıyor.

Aşkı arıyoruz ama sabretmiyoruz. Dokunuyoruz ama hissetmiyoruz. Kalıyoruz ama bağlanmıyoruz.

Modern insan, aşkı da mutluluğu da varılacak bir durak sanıyor. Oysa ne aşk ne mutluluk, çizili bir rotanın sonunda bekleyen ödüllerdir; onlar, yolun ta kendisidir. O yol, yalnızca duygusal bir güzergâh değildir; bir kimya, bir elektrik, bir fizik yasasıdır aynı zamanda. Bu üçü bir araya gelmeden ilk adım atılmaz. Asıl yolculuk ise beynin devreye girmesiyle başlar; iki insanın birbirini her anlamda beslemesi, doyurması, büyütmesi… İlk aşk ateşini harlayacak, sönmesine izin vermeden onu besleyecek yakıttır bunlar.

Hep “orada” bir şey var sanıyoruz; ileride, daha sonra “olduğumuzdan farklı” olduğumuzda bizi bekleyen bir zirve… Ama insanı doyuran şey, ulaşmak değil; o ulaşma çabasının içinde yaşanan anlardır, aşk da tam olarak bu çabanın, verilen emeğin adıdır.

Aşk, anlamla beslenir; salt hazla değil. Aşkı bedensel bir deneyime........

© Cumhuriyet