Kendimizi unutmamak için
Annem öldü.
Kör oldum, sağır oldum. Hiçbir şeyi net görmemeye, hiçbir şeyi tam duymamaya başladım ve sonra unuttuğum her şeyi hatırlamaya... Bu hatırladıklarımın seyrine çıkmaya yönelince duraladım bir anda.
Neredeyim, diye sormaya başladım kendime.
Şimdi, başka sesler, daha önce hiç ayırdına varmadığım sesler, o duymama halinin yerini almıştı. Öteleyip ertelediklerim gelip beni buluyordu bir bir. Kendime, başka bir “ben” gibi dışarıdan bakıyordum.
Ama sonra hafızamı da yitirdim bir anda.
Her şey yavaş yavaş gelmişti.
Annemin ölümü bile. Evet alacakaranlığın gelişi gibiydi.
Bir bahçenin nasıl solduğunu gün gün izliyordum. En son ses biter. İçe çekilir, bakışlar söner, eller sıcaklığını yitirir. Nefes alışınız diner.
Son nefesinde yanında olmak istesem de olamadım. Haberi veren ağabeyimin ağlayışını duyuyordum. Her gün yanı başındaydı. Bakıcısı Ece’ye “Melek” adını takmıştı. İkisinin özeni onu dingince uğurlamaya hazırlamıştı.
Hiç ağlamadım.
Son halini de görmek istemedim.
Son nefesini verdiği odaya girdiğimde, porselen yemek takımlarının yer aldığı camlı konsolun vitrinindeki siyah beyaz fotoğrafı karşılamıştı beni: 20’li yaşlarındaydı orada. Dünya güzeli bir bakışı, edası vardı.
Kalakalmıştım öylece.
Doğumumdan on beş gün sonra çektirdiğini söylemişti. Sırtındaki o yeşil hırkayı........
© Cumhuriyet
