Çaltıözü’de sabah
Uyanışın diliyle karşılaştım burada. Tarçın ile yola düştüğümüzde günün doğuşuna tanıklık ediyorduk. O, rehberimdi. Patileriyle çizdiği güzergâha doğru ilerliyorduk. Yönümüz dağa doğruydu. Sabah sisi dağılırken Akdağ’ın zirvesindeki kar benekleri de belirmeye başlamıştı. Kanal boyunca ilerliyorduk. Suyun ağır aksak akışını seyirden kopmuş, tarlalardaki kırağının aklığına dönmüştüm yüzümü. Bir anda, insanın içine işleyen bu görüntüyü dağıtan toprak yığıntılarına takıldı bakışlarım. Köstebeklerin kaza kaza dışarı çıkardığı küçük toprak tümseklerine...
Tarçın, bakışlarımı kendine çekmek isteyen hareketlerini çoğaltınca onunla ilgilenmeye başlamıştım. İlle de kendisine dokunmamı, onunla oynamamı istiyordu ama ben yine de sakınımlıydım. Bunu anlamışçasına o da bir yaklaşıyor bir geri gidiyordu. Ona tekrar ilgi gösterince yeniden yanımda yöremde dolaşmaya, hatta sırnaşmaya başlamıştı. Benimle birlikte ilerliyor, gelen seslere cevap veriyor ve beni de adeta kendisiyle birlikte hareket etmeye davet ediyordu. Koşar adım ilerliyorduk. Sonra kendimi ona katmayı bıraktım ve yüzümü taşlı yola doğru döndüm.
Aradığım taşı bulacakmışçasına bayır aşağı indim, çamurun kayganlığı sanki beni çekeleyip yolun ötesine sürüklemişti. Parıltısı gözlerimi alan taşa kavuşunca, günün ilk dokunuşunun soğukluğunu parmak uçlarımda hissettiren parıltılı kütleyi çoktan avucuma almıştım. Sevinmiştim nedense! Kendimi bir an maden avcısıymışım gibi hissetmiştim. Oysa, gittiğim her yerden gezinti nişanem olan taşı seçip alma gibi bir ritüelim vardı ve taşlara hiç yabancı değildim ama bu sabah farklıydı; karşıma çıkan o küçük taş kütlesi, her şeyiyle beni büyülemişti.
Tarçın’ı unutmuştum bir anda. Dahası o kendisini........
© Cumhuriyet
