Siyasal Narsisizm ve Yaşlı Siyaset: O Koltuğu Bırakmanın Zorluğu
Türkiye’de siyasetçilerle ilgili en sık dile getirilen serzenişlerden birini şu cümle ile özetlemek mümkün: “Hep aynı yüzler”.
Bu ifade, yaşı ilerlemiş liderlerin uzun yıllar sahnede kalmasına dönük rahatsızlığın dışa vurumu olarak da görülebilir.
Geçmişte olduğu gibi bugün de siyasette tanıdık pek çok isim, 65 yaşını geçmiş durumda; yani resmi olarak yaşlı statüsünde. Sıklıkla “genç siyasetçi” olarak anılan Ekrem İmamoğlu 54, Özgür Özel ise 51 yaşında.
Elbette bu tablo yalnızca Türkiye’ye özgü değil. Dünyanın birçok ülkesinde siyasal liderlerin yaş ortalaması, seçmen ortalamasının oldukça üzerinde seyrediyor. Eleştirilerin merkezinde ise karar alma süreçlerinin giderek yaşlılaşması var.
Türkiye’de de liderlerin “tecrübe” söylemini, genç kadroların önünü kesmek amacıyla kullandığına sıkça tanık oluruz. Bu yalnızca lider değişimini değil, siyaset yapma biçimini de tıkayan ve katılaştıran önemli bir sorun.
Ne var ki siyasette yaşlı hegemonyasına yönelik eleştirilerin önemli bir bölümünü, aslında yaştan ve yaşlılıktan bağımsız biçimde ele almak da mümkün. Yaşlıların siyasette hem hacim hem erk olarak ağırlıkta olması bir sonuç. Ancak siyasetin yaşlılığına dair rahatsızlıkların, yaşlılıkla doğrudan ilgili olmayan yönleri var:
“Hep aynı yüzlerin” uzun yıllar boyunca sahnede kalmayı sürdürmesi, başarısız olmuş ya da katkılarını zaten sunmuş olan siyasetçilerin sahneden çekilmemesi ve kalmak için yoğun çaba harcamaları, liderlerde gözlemlenen politik narsisizm eğilimleri, gençlere açılan alanın hem nicelik hem nitelik açısından yetersizliği, tarz, biçim ve ele alınan konular ve ele alınma perspektiflerinin genç olmaması, vb.
Tüm bu özelliklerin yaşlı siyasetçilerde toplanması, yaşlıların siyasetten çekilmesi gerektiği düşüncesine yol açıyor. Bu, anlaşılır ve meşru bir beklenti olsa da, yaş ayrımcılığı riski var. Bu yazıda siyasette yaşlılara yönelik rahatsızlığın hangi nedenlerden kaynaklandığını tartışacağım. Zor bir çaba olduğunu düşünüyorum. Zira ne yaşlıların siyasetten çekilmesini istemek gibi ayrımcı bir pozisyona düşmek isterim, ne de bu durumun yarattığı tıkanıklığı görmezden gelmek.
Kimler geldi, kimler geçti?
Şurası açık: Çoğu siyasetçi için kişisel çıkarlar, siyasete girmenin önemli bir nedeni. Ancak tek amaç bu değil; kişisel tatmin de güçlü bir motivasyon kaynağı. Öte yandan bırakılmak istenmeyen “koltuklar” yalnızca karar alma ya da politika üretme alanı değil; aynı zamanda geçmişin, aidiyetlerin ve meşruiyetin taşıyıcısı. Siyasetçilerde koltuğun anlamı, davaları için bir sorumluluk; kişisel bekâ için bir zorunluluk.
Siyaset bir görevden ziyade bir yaşam amacı haline gelince, bir kez önemli bir lidere dönüşen bir figür kolay kolay sahneden çekilmiyor. Liderliğin devri zayıflık göstergesi olarak görülüyor.
Efsane siyasetçi Demirel yedi kez başbakanlık, bir kez cumhurbaşkanlığı yaptı. 1960’lardan 2000’lere uzanan kariyeriyle yaklaşık 40 yıl boyunca aktif siyasetin içinde kaldı. Bu uzun siyasi hayatı boyunca sistem içindeki esnekliği ve koltukla kurduğu pragmatik ilişkiyle, “koltuk gitti mi gider” demeyen nadir liderlerden biri olarak öne çıktı.
Yine uzun yıllar siyaset sahnesinde önemli bir yeri olan Ecevit siyasi kariyeri boyunca üçü koalisyon hükûmeti olmak üzere beş hükümet kurdu. 1999’da başbakanlık koltuğuna oturduğunda 74 yaşındaydı; 2002’ye gelindiğinde 77 yaşında ciddi bir sağlık krizi yaşadı ve tedavi altına alındı. Bu dönemde kamuoyunun karşısına çıkmaması, sağlık durumuna dair spekülasyonları artırdı. Sağlık sorunlarının ardından, hükümetin işleyişindeki aksamalar ve ekonomik krize müdahaledeki yetersizlikler doğrudan yaşlılığına bağlandı. Böylece siyasal bir krizin tüm sorumluluğu, bireysel bir biyolojik duruma indirgenmiş oldu.
Necmettin Erbakan, Türkiye siyasetinde yalnızca uzun süre sahnede kalmasıyla değil, liderlik pozisyonunu ideolojik bekâ ve kimlik inşası aracı haline getirmesiyle de öne çıkan bir figürdü. 1970’te kurduğu Milli Nizam Partisi’nin genel başkanı olarak başladığı liderlik kariyeri, ardından gelen Milli Selamet Partisi (MSP), Refah Partisi (RP) ve Saadet Partisi (SP) aracılığıyla, vefat ettiği 2011 yılına kadar toplam 41 yıl boyunca kesintili ama kesintisiz bir devamlılık içinde devam etti.
Recep Tayyip Erdoğan, 71 yaşında. 1994’te İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak başladığı görev yolculuğunu, 2003’ten itibaren Başbakan, 2014’ten bu yana Cumhurbaşkanı olarak sürdürüyor. Dolayısıyla 31 yıllık bir siyasi liderlik geçmişine sahip olan Erdoğan 21 yılı aşkın süredir kesintisiz olarak ülkenin başında yer alıyor.
Devlet Bahçeli, 77 yaşında. 1997’den bu yana MHP Genel Başkanı ve partisini 27 yıldır aralıksız yönetiyor. Yılın ilk aylarında sağlık sorunları nedeniyle bir süre ortalıklarda görünmeyince, öldüğüne dair spekülasyonlara dahi tanık olduk. Bahçeli, iki aydan fazla bir süre ekranlarda görünmedi. Alparslan Türkeş’in mezarını ziyareti ile tekrar sahneye çıktı. Bu görüntüler dahi bazılarını tatmin etmedi; hatta dublör kullanıldığına dair iddiaları içeren komplo teorileri türedi. Bahçeli halen zaman zaman gündeme müdahale etmeye ve özellikle çözüm sürecindeki yaklaşımları ile gündemde önemli bir rol oynamaya devam ediyor.
Cumhuriyet Halk Partisi’nde de benzer bir tablo var. Atatürk’ün vefatına kadar genel başkanlığını yürüttüğü CHP’de, İsmet İnönü 33 yıl, Deniz Baykal 15 yıl, Kemal Kılıçdaroğlu ise 13 yıl boyunca bu görevi sürdürdü.
Uzun süreli liderlik örnekleri yerel siyasette de oldukça yaygın. Melih Gökçek, tam 23 yıl boyunca —1994’ten, kendisinden görevden affını istemesi istenene kadar 2017’ye dek— Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı yaptı (öncesinde Keçiören Belediye Başkanlığı ve milletvekilliği de var). Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen, beş dönemlik görev süresinin ardından yeniden aday olmamaya ikna edildiğinde 86 yaşındaydı. Altıncı dönem de aday olsa, 91 yaşına kadar görev yapma imkânı olacaktı.
Açık ki imkânı olan siyasetçiler görevde kalmak istiyor; bırakmak ya da emekli olmak siyaset için tanıdık kavramlar değil. Üstelik bu durum yalnızca Türkiye’ye özgü de değil. Dünya genelinde de benzer örnekler görüyoruz. Otoriter rejimlerde uzun süre iktidarda kalmak çoğu zaman rejimin doğasından kaynaklanıyor. Demokratik rejimlerde ise bu süreler daha sınırlı olsa da, “karizmatik lider” figürleri etrafında benzer bir kalıcılık eğilimi görülebiliyor.[i]
Başkanlık sevdaları
Peki, neden bu kadar uzun süre görevde kalınıyor? İlk akla gelen neden elbette koltuk sevdası. Ancak bu kadar uzun süreli kalıcılığı yalnızca kişisel ikballerle açıklamak yetersiz kalıyor.
Siyasetle ilgili motivasyonlara geçmeden meseleyle ilgili iki önemli toplumsal dinamikten söz etmek istiyorum. Birincisi, bir görevi ya da pozisyonu bırakmak, sadece siyasetçilerin değil, pek çok farklı alandaki yöneticilerin de zorlandığı bir mesele. Siyaset dışında da pek çok kişiye “başkanım” diye hitap edildiğine tanık olmuşsunuzdur.
Örneğin, futbol kulüplerinde başkanlar daha iyi bir alternatif ortaya çıkmadıkça koltuklarını bırakmak istemez. Süleyman Seba, Beşiktaş’ın başında 16 yıl kaldı. Aziz Yıldırım, Fenerbahçe’de 20 yıl başkanlık yaptı ve hâlâ koltuğu geri kazanma arzusunu sürdürüyor. İlhan Cavcav, Gençlerbirliği’nde tam 39 yıl başkanlık yaptı ve ancak 2017’deki vefatıyla görevi bıraktı. Öyle ki, yalnızca kulübüne değil, Türk futboluna yaptığı katkılar nedeniyle 2017–2018 Süper Lig sezonuna onun adı verildi. Ancak Gençlerbirliği o sezon küme düştü — bu da kişiye bağlı sistemlerin ironik sonucuna iyi bir örnek oldu.
Başkanların koltuğa tutunmaları genellikle “ben gidersem işler kötüye gider” anlayışıyla açıklanır. Oysa sorun tam tersinden de ele alınabilir: kurumların kişilere bağımlı hale gelmesi (getirilmesi), başkanın kurumun bekası için vazgeçilmez hale gelmesine yol açıyor.
İkincisi, Türkiye’de erkeklerin çalışma hayatı dışındaki mevcudiyetleri oldukça sınırlı. CORE olarak yaptığımız son yaşlanma araştırmasının belki de en çarpıcı sonucu şuydu: “Yaşlanmayı bilmiyoruz; yaşlanma tahayyülümüz yok”[ii]. Yaşlılık hayalleri diye bir kavramımız da yok. Erkeklerin yaşamında en çok yer kaplayan alan çalışma hayatı. İlginç ama eğlenceli bir bulgu: Erkeklerin iş dışında kendilerini en çok var ve mutlu hissettikleri yer, halı saha. Bunun dışındaki hobiler, uğraşılar ya da yaşam hedefleri ise oldukça sınırlı.
Hal böyleyken, birçok kişi emeklilik ya da çalışma yaşamı sonrasında bir boşluğa düşüyor ve mutsuz oluyor. Tabii ki bunlar siyasetçiler için çok daha belirgin. Pek çok lider, siyaset sonrası yaşamı, bir boşluk ya da bir kayıp olarak hayal eder. Ayrıca, siyasetçilerin koltuk sevdası emekliliği zorlaştıran önemli bir unsur. Çünkü siyaset koltuğu yalnızca bir yetki alanı değil; aynı zamanda anlam, aidiyet ve tanınma üreten bir sembol. Bu da koltuğu bırakmayı kişisel ve duygusal bir kopuş haline getiriyor. Sadece liderler değil, genel olarak tüm siyasetçiler “gidebildikleri yere kadar gitmek” istiyor.
Siyasette geçirilen dönemlerin uzamasındaki en önemli motiflerin başında “benden sonrası tufan” senaryoları geliyor. Üstelik bu senaryolar pek çok zaman kendini gerçekleştiren kehanete dönüşebiliyor. Parti içi muhalefetin bastırılması, potansiyel rakiplerin erken dönemlerde etkisizleştirilmesi ve halef yetiştirilmemesi, liderin etrafında kapalı bir iktidar alanı oluşturuyor. Zamanla partiyle lider, hatta liderle devletin bekası aynı şey haline geliyor. Bu da yeni liderlerin çıkışını ve alternatif siyasetlerin gelişmesini engelliyor; böylece mevcut lidere duyulan mecburiyet artıyor. Neticede genç siyasetçiler kendilerine yer bulamıyor ve sistem kendini yenileyemiyor.
Siyasetçilerin koltuğu bırakmama eğiliminde güçlü bireysel ve psikolojik dinamikler de var. Politik narsisizmin bunlar arasında en belirgin olanlardan biri olduğunu düşünüyorum. Oldukça da yaygın. Sadece iktidarla ya da en tepe pozisyonlarla sınırlı da değil. Yöneticiliğin olduğu her kademede ve tüm siyasi çevrelerde politik narsizime ve sonuçlarına tanık olmak mümkün. Bu konuya ilerleyen bölümlerde daha ayrıntılı biçimde döneceğim. Ancak ondan önce, bu sorunun yaşlılıkla nasıl ilişkili olduğunu —ve aslında hangi açılardan olmadığını— tartışmak istiyorum.
Yaş ayrımcılığının ikilemi: Yaşlılar mı gençler mi?
Yaşlı siyasetçilerin siyasi mevcudiyetleriyle ilgili eleştirileri tartışmaya devam etmeden önce kısa bir yaş ayrımcılığı parantezi açarak devam etmek istiyorum. Uzun yıllardır hem yaşlılık hem gençlik çalışan, üstelik son dönemde stand-upçıların pek güzel hicvettiği üzere Kadıköy’de yaşayan biri olarak bu konularda söz söylemekte epeyce dikkatli olmak durumundayım. Gençler, siyasete heves ettiklerinde "tecrübesizlik"le yaftalanırken, yaşlılar, siyasetten çekilmediklerinde "yer kaplamakla" suçlanıyor.
İlk bakışta birbiriyle çelişkili gibi görünen iki pozisyon söz konusu. Gençlik çalışmaları alanından baktığında çok açık ki: siyasette genç temsili oldukça düşük, yaşlı kuşaklar gençlere var olma imkânı tanımıyor. Bu nedenle, “yaşlı siyasetçiler artık bırakmalı” demek anlaşılır ve meşru bir talep haline geliyor. Diğer yandan, yaşlılık çalışmaları açısından bakıldığında, hiç kimse yaşından dolayı bir görevden dışlanmamalı. “Bu yaştan sonra…” diye başlayan cümleler açıkça yaş ayrımcılığı. Bu nedenle yaşlıların siyasetten el etek çekmesini istemek de ayrımcılığın bir biçimi. Aklı ve yetenekleri yerinde olan herkesin siyasete katılma hakkı var.
Örneğin Yılmaz Büyükerşen, bir kez daha aday olabilseydi, büyük olasılıkla selefinden daha yüksek bir oyla seçilir ve görevini layıkıyla yapardı. Türkiye için kuşkusuz çok değerli bir isim. Ancak burada eleştirilmesi gereken Büyükerşen’in yaşı değil; arka arkaya beş dönem görevde kalmış olması. Türkiye, Büyükerşen’den pek çok farklı şekilde faydalanabilirdi. Fakat buna imkân olmayınca ve başka yollar kapalı olunca o da doğal olarak en iyi yaptığı şeye devam etmek istiyor. Yaştan bağımsız düşünürsek bu gelenek, siyasal kültüre çeşitli açılardan zarar veriyor. Bir kere siyasette hiçbir görevin aynı kişiye ikiden fazla kez verilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Süreler uzadığında konu ister istemez yaşlılık üzerinden tartışılıyor; ama asıl mesele bu değil. Esas sorun, pozisyonların yıllarca işgal edilmesi. Oysa siyaset dinamik bir alan; temsilin sürekli yenilenmesi gerekir. Aynı isimlerin uzun süre görevde kalması kurumsal donuklaşmaya, parti/kurum içi demokrasinin zayıflamasına ve genç kuşakların dışlanmasına yol açıyor.
Dolayısıyla eleştirinin yönü “yaşlı olmak”tan ziyade, görevi bırakmama inadına odaklanmalı. Örneğin Kemal Kılıçdaroğlu’na yöneltilen “yaşlandın, artık gençlerin önünü aç, git torun sev” türü ifadeler, yaş ayrımcılığı içeriyor. Oysa “yeterince denedin,........
© Birikim
