Amalı-Fakatlı Tartışmasına Bir Katkı: Linç, İfşa ve İfade Hürriyeti
I
Tanıl Bora’nın “Amalı-Fakatlı” yazısı, konuşmak için yol aradığımız bir meselenin açıkça ifade edilmesi bakımından önemli. Türkiye’de iyice daraltılan ve herkesi bir yerlere tıkıştırmaya çalışan siyaset tekniğine karşı kamusal tartışmayı hatırlatan bir yazı. Bu meseleyi ifade hürriyetini içerecek şekilde genişletmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Türkiye’de bu meselenin tarihsel arka planı epey uzun. Bizim tecrübe ettiğimiz dönemin tarihi de esasen ifade hürriyetinin önce kamuoyu baskısıyla, ardından devlet eliyle daraltılmasının tarihi olarak değerlendirilebilir. Burada yalnızca Cumhurbaşkanına hakaret davalarının ya da “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” yasasının abartılı biçimde genişletilmesinden söz etmiyorum. Daha derinde, neredeyse her yurttaştan sistematik biçimde otosansür talep eden bir siyasal keyfilikten ve bu keyfiliğin ifade hürriyetini, bu çağdaki seviyesinin gerisine düşürmesinden söz ediyorum. İçinde bulunduğumuz çağın özgül gerçekliğine, ihtiyaçlarına ve değerler sistemine denk düşen bir ifade hürriyeti rejiminden mahrumuz. Bu, sadece düşüncenin gelişiminin değil, yurttaşlık hakkının da gasp edilmesine neden olan meşum bir uğrak. Klişedir ama ifade hürriyeti her medeni ülkenin kırmızı çizgisidir ve bundan feragat edilen her yerde medeni olma hakkı gasp edilir.
Bora’nın yazısı esasında bunun diğer kısmını mesele ediyor, birbirimizin ifade hürriyetine çektiğimiz sınırlardan ve devamında şöyle diyor: “elbette amasız fakatsız savunulacak ilkeler vardır, amasız fakatsız tavır almayı gerektiren durumlar vardır. Bununla beraber, -ama fakat-, her konuyu, her bahsi, her tercihi amasız-fakatsıza çekmekte bir sorun yok mu? Her vesileyle, tartışmanın, eleştirinin önünü almak istemenin alâmeti değil mi bu?” Evet, alâmeti, hatta ta kendisi.
Devlet-yurttaş ilişkisinin başlıca ilkesi, hiç değilse ilkelerinden biri, ifade hürriyetidir. Üstelik bu hak, öncelikle yönetme yetkisini elinde tutanlara karşı kullanılmak içindir. Ancak bu durum, mikro-iktidar alanlarında bu haktan feragat edebileceğimiz anlamına gelmez. Oysa devletin ya da hükümetin bu alanı daralttığı, hatta ortadan kaldırmaya teşebbüs ettiği her durumda, yalnız yönetenlere değil, birbirimize karşı da düşüncelerimizi ifade etme gücümüzü ve hakkımızı yitiriyoruz. Buna kuşkusuz direnmek gerekir, çünkü ifade hürriyetini korumak, yalnızca eşit-onurlu yurttaşlık hakkını değil, birçok şeyle birlikte bireysel ve toplumsal haysiyeti korumayı da içerir.
İfade hürriyeti derken elbette alelade, popüler ya da çoğunlukça kabul gören görüşlerin değil, rahatsız edici, sarsıcı ve aykırı görüşlerin ifade edilmesinden söz ediyorum. Velev ki, ifadeleriniz sadece yanlış değil, çok yanlış olsun, farklı fikirlerin serbestçe dolaşımı olmadan kamusal tartışma mümkün olabilir mi? İşte Tanıl Bora’nın yazısı tam bu noktada devreye giriyor ve yalnızca devletin değil, herhangi bir otoritenin baskısı, sansürü ya da cezalandırması korkusu olmaksızın ifadenin hür, yorumun serbest olmasından söz ediyor. Çünkü ifade hürriyeti, toplumun kendisi üzerine düşünebilme ve kendini eleştirebilme hakkıdır. Bu hak, yalnızca güçlülerin değil, en zayıf olanın da söz söyleyebildiği ölçüde var olur, anlam ve meşruiyet kazanır.
II
Sosyal medyanın neden olduğu medya anarşisi, yani editoryal süzgecin ve denetimin neredeyse tamamen ortadan kalktığı iletişim ortamı, herkesi potansiyel haber üreticisi, yorumcu ve kanaat müdürü haline getirdi. Bu durum bir yandan ifadenin hür, yorumun epey serbest biçimde dolaşmasını sağlarken diğer yandan kamusal tartışmanın parçalanmasına neden oldu. Bugün mevcut iletişim ortamı, bilhassa sosyal medya, koca bir kanaat kanalizasyonu olarak hayatımızın ortasından geçiyor.
Bu medya, hakikatin aşınması, hızın düşüncenin önüne geçmesi ve görünmez iktidar biçimlerinin belirleyiciliği gibi ciddi sorunları da içeriyor. Öncelikle buradaki her ses eşit değil, her söz benzer ölçüde duyulmuyor. Dolaşıma giren malumatlar çoğu zaman bilgi olmadığı gibi doğru bilgiyi de bulanıklaştırıyor. Duygusal ikna, çiğ hamaset, safsatalarla bezeli sahicilik jargonu, kanıta dayalı tartışmanın yerini alıyor. Hızlı ve tepkili davranma baskısı, düşünme üzerinde baskı yaptığı gibi herkesin konuştuğu ama kimsenin diğerini dinlemediği ve herkesin birbirinin üstünde kolayca tepinebildiği bir akışı mümkün kılıyor. Üstelik bu özgürlük alanı, arkasında ekonomik ve politik güç ilişkilerinin çıkarlarının yeniden düzenlendiği kurallarla işliyor. Böylece ifade hürriyeti üzerindeki tahakküm, yalnızca devletin değil, birbirimize yönelttiğimiz yatay baskıların da ürünü haline geliyor. İnsanlar artık sadece iktidarlardan değil, birbirlerinden de çekinerek konuşuyor ki bu, sansürün en inceltilmiş, en içselleştirilmiş biçimi.
“Sosyal medya linçi” denilen dijital tepkiler de bu ortamın parçası. Tepkiler duygusal biçimde ve büyük bir hızla örgütleniyor, olay tam olarak anlaşılmadan toplumsal infiale dönüşüyor. Hedef alınan kişi, etiket kampanyalarıyla itibarını, işini ya da psikolojik dengesini yitirebiliyor. Bu süreçler çoğu zaman “yargısız infaz” niteliği taşıyor, yargı kararı olmadan cezalandırma refleksi doğuyor. Türkiye örneğinde olduğu gibi, zamanla bu linç pratikleri toplumsal ahlakın dijital denetimine dönüşüyor, doğru ve yanlış davranışları sosyal medya yığın halinde hareket eden topluluklar belirliyor. Görünürlük ekonomisi, önem ve onay kazanma arzusu bu süreci beslerken, grup kimliğini ve “biz” duygusunu da pekiştiriyor. Kimi zaman taciz, yolsuzluk ya da ırkçılık gibi meselelerde meşru bir toplumsal tepki biçimi alabilse de kimi zaman özel hayatın ihlali, sahte bilginin yayılması ve kalıcı damgalama gibi sonuçlar üreterek kamusal tartışmayı imkânsızlaştırıyor.
Ancak diğer yandan yine bu mecra, dışarıda bırakılanların, zayıfların, ötekileştirilenlerin güç biriktirebildiği, kamusal görünürlük kazandığı, sözün demokratikleştiği bir alan olarak da işlev görüyor. Devlet sansürüne ve medya tekellerine karşı neredeyse mikro-kamusal alanlar oluşturarak, özellikle otoriter rejimlerde, ifade hürriyetinin sığınağına dönüşüyor. Aynı zamanda malumatla birlikte bilginin, eleştirinin, sorgulamaların, duyguların da dolaşıma girdiği, kişisel deneyimlerin politik anlam kazandığı yeni bir kamusallık yaratıyor. Haliyle sosyal medya temsiller, performanslar, duygulanımlar düzeyinde de kamusallığın sınırlarını genişletiyor. Beğenmek zorunda değiliz, ama içerdiği bütün çelişkilere rağmen bu, özgürlük deneyiminin açılmasıdır.
İfşa siyaseti bunun belki de en somut görünümlerinden biri. Sosyal medya, erişim kolaylığı, anındalık ve etkileşim imkânıyla ifşa siyasetini de mümkün kılan yeni bir kamusal zemin oluşturdu ve ifşayı kurumsal adaletin alternatifi değil, onun yokluğuna karşı doğan bir “acil adalet” biçimi haline getirdi. Başta kadınlar olmak üzere göçmenler, kolluk şiddeti mağdurları, işçiler, öğrenciler ve benzeri birçok kesim için sosyal medya sesinin bastırılmasına rıza göstermeyenlerin görünebildikleri neredeyse tek mecra. #MeToo, #SusmaBitsin, #MahsaAmini, #ÖzgecanAslan, #...yalnızdegildir ve benzeri kampanyalar, yerel deneyimleri kimi zaman küresel bir yankıya dönüştürerek, tanık olmayı kısmen de olsa edilgenlikten çıkarıp politik eyleme dönüştüren yeni........





















Toi Staff
Penny S. Tee
Sabine Sterk
Gideon Levy
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
John Nosta
Daniel Orenstein