menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Ufkumuzdaki Hayaletler

11 14
14.11.2025

Karın hiç durmadan yağdığı bir Noel akşamında, ayağında annesinin eski terlikleri ve sadece örtünmeye yarayan incecik kıyafetleriyle sokaklarda kibrit satmaya çalışan küçük kızı hepimiz tanırız ama adını bilemeyiz. Kendisi de tıpkı masallarındaki kahramanlar gibi alt sınıftan gelen Andersen masal boyunca bize bu küçük kızın adını söylemez onu sadece yaptığı işle anar. İşi kibrit satmaktır, öyleyse adı da bu olmalıdır; Kibritçi Kız.

Oysa saçlarının omuzlarına sadece Leipzig kentinde dokunabilen sırmalı ipekliler gibi yumuşacık döküldüğünü, çıplak ayaklarına büyük gelen terliklerden tekinin karşıdan karşıya geçtiği sırada ayağından çıktığını ve henüz neşesini kaybetmemiş haylaz bir oğlan tarafından kapıldığını biliriz. Hatta oğlanın terliği alıp kaçarken kıza doğru gülerek “ileride bir gün çocuğum olursa bunu ona beşik yapacağım” diye bağırdığını da.

O Noel gecesi Kibritçi Kız’ın başından geçenlerle ilgili bildiklerimiz bununla kalmaz, ölümünden önceki son saatlerini de bütün detaylarıyla biliriz. Zaten masal bunun hakkındadır. Bilindiği üzere Küçük Kibritçi Kız o gece satamadığı kibritleri ısınmak için birbiri ardına yakmış sonra da Noel’i kutlayan neşeli seslerin, kapı altlarından sızan yemek kokularının arasında donarak ölmüştür. Neyse ki ölmeden önce gördüğü kısa rüyalarda sıcak bir sobanın karşısında ısınmış, güzel bir sofraya oturabilmiş ve son kibritin alevinde ninesi tarafından şefkatle kucaklanmıştır.

Yine de Kibritçi Kız’ı hangi yaşta okursak okuyalım bir türlü evlerden ve sokaktan yayılan refahtan payını almış olarak öldüğüne ikna olmayız. Çünkü sadece hayal gördüğünü biliriz. Belki Andersen’in de tercih ettiği gibi bu kasvetli masalda bize teselli verecek, içimizi biraz olsun ferahlatacak hiçbir şey yoktur. Masalın bazı versiyonları muhtemelen masalı okuyacak diğerlerinden daha yufka yürekli çocukların kalbine su serpmek için ertesi sabah küçük kızın yüzünde gördükleri gülümsemeden de bahsederler. Mutlu öldüğüne dair bu zayıf teselli kalbimizin üzerine binmiş ağırlığı birazcık hafifletse de o gülümsemeye şahit olanlardan biri bile bize onu tanıdığını, adını bildiğini söylemez. O yüzden üyesi olduğu yoksul sınıftakiler gibi kederi de adı da anonim kalır.

Kibritçi Kız masalı[1] Danimarka’da 1845 yılında yayımlanır. Masalın yazım tarihi, masalda satılan ürünün kibrit olması, Kibritçi Kız’ın ailesiyle beraber içinde bulunduğu sefalet [2] ve Marx’ın kibrit yapımına dair referansları masalın gerçekle sıkı bir bağı olabileceğini düşündürür. Masalın Danimarka’ya ait olması koşulların gerçekle kurulan bağını zedeleyemeyecek tam tersine kapitalist şiddetin istilacı doğasına dair güçlü bir işaret sunacaktır. Kapital’de bazı iş kollarındaki korkunç çalışma koşulları detaylı olarak anlatılır. Kibrit fabrikaları da o iş kollarından biridir. 1863 yılındaki tanıklığa göre kibrit fabrikalarındaki çalışma ortamı Kapital’de şöyle nakledilir:

“Burada yalnızca yarı aç dulların vb. gözden çıkardığı çocuklar, lime lime giysileriyle, yarı aç, bakımsız ve eğitimsiz çalıştırılıyordu. Aralarında 8, 6 yaşlarında olanlar bile vardı. İş günü 12 ila 15 saat arasında değişiyor çoğu zaman geceleri de çalışılıyordu. Yemekler çok kere kibrit yapımında kullanılan fosfor bulanmış çalışma mekanlarında yeniyordu. Eğer Dante bu iş kolundaki çalışma şartlarına şahit olsaydı yazdığı dehşet verici cehennem tasvirlerini geride bıraktığını düşünürdü.”[3]

Kapital’deki bu tasvirde fosfordan ve çalışma şartlarının ağırlığından daha korkunç olan bir şey varsa o da kibrit fabrikasında çalışan çocukların en başından itibaren aileleri tarafından “gözden çıkarılmış” olduklarına dair yapılan gözlemdir. Sefaletin bu türünde gözden çıkarılmış olmanın Noel gecesi bir sokak arasında hipotermi sebebiyle ölmeyi de kapsayacağını düşünmemizde hiçbir engel olmadığı gibi Kibritçi Kız’ın ya da ailesinden birinin koşulları cehennemi andıran böyle bir kibrit fabrikasında çalıştığını düşünmemizde de bir engel yoktur.

Kibritçi Kız’ın ani bir kaza ya da uzun sürmüş bir hastalık sebebiyle değil de hipotermi sebebiyle ölmüş olması masalın ve kaynağının taşıdığı göndermeler açısından önem taşır. Hipoterminin başlangıcında vücut sıcaklığı 35-32 derece arasındadır. Hafif hipotermiden orta ve şiddetli hipotermiye geçiş aralığı dakikalarla ölçülebilecek kadar kısadır. Bu yüzden kişinin eğer varsa çevredeki insanlardan yardım isteyebileceği nokta kafa karışıklığının yeni başladığı bu ilk zamanlardır. [4] Masal bize bu geçiş aralığının küçük kızın ilk kibriti yaktığında gördüğü pirinç soba hayaliyle başladığını düşündürür. Daha sonra devam eden yiyeceklerle dolu masa, kocaman Noel ağacı, ninesinin hayali hipoterminin şiddetini giderek arttırdığının ve ölümün yakın olduğunun işaretlerini verir. Andersen, Küçük Kibritçi Kız’ın o gece kibrit satabilmek için geldiği muhitin zenginliğini küçük kızın gözünden anlatarak masaldaki sınıfsal ayrımı daha derinden hissetmemizi sağlar: (her pencerede şıkır şıkır ışıklar yanıyor, nar gibi kızarmış kazların kokusu geliyormuş burnuna… Zengin tüccarın camlı kapısından gördüğü ağaçtan bile büyük ve süslüymüş. Yeşil dallarda yüzlerce mum yanıyor, dükkân camekânlarında gördüklerine benzeyen çeşit çeşit süsler her bir yandan sarkıyormuş….) Ama niyeyse bu parlak ışıklarda, yemek kokularında ve süsler de tehditkâr bir hava vardır. Andersen bu manzaranın küçük kızı ancak bir ölüm döşeği gibi sahiplenebileceğini hissettirir. Kibritçi Kız ait olmadığı bir yerde ve yardım isteyebileceği herkesten uzaktadır. Toplumsal hiyerarşinin yarattığı bu aşılmaz eşik sebebiyle Kibritçi Kız giderek şeffaflaşıp bir hayalete dönüşmeye başlar. Ölmekte olduğunu kimse fark etmez. Ertesi sabah donmuş küçük bedeniyle karşılaşanların içinde de onu tanıyan kimse çıkmaz. Yanındaki boş kibrit kutularını görenler “Zavallı kız kibritleri yakarak ısınmaya çalışmış” derler. Andersen’in de dediği gibi o sadece Kibritçi Kız’dır, özel bir adı yoktur.

Oysa 19. yüzyılda yoksulların büyük çoğunluğu ailelerinin yanında genellikle sefalet ve pislik içindeki evlerinde ölüyorlardı. Bunun sebebi hem insanların yalnız olmaya daha az alışkın olmaları hem de ölümün ve ölmekte olanın ortak yaşam alanlarından dışlanmamış olmasıydı. Yoksul hanelerin tek göz odadan başka odaları da olmadığı için ölen kişi ailenin bir parçası olarak aşina olduğu mahalde ölüme teslim olurdu.[5] Kibritçi Kız’ın bu sıra dışı ölüm biçimi ve anonimliği onu arafta salınıp duran sürgün bir hayalet haline getirir. O yüzden sadece trajik bir imge olarak değil çektiği sefalet ve ölüm şekli olarak da iki yüz yıl boyunca ısrarla alacağını talep eden bir hayalet olarak paçalarımıza yapışıp, camlarımızı, kapılarımızı taşlama hakkını elinde tutar. Şimdilik bunu yapmaz sadece sessizce aramızda dolaşır ama canı istediğinde yapabileceğini o da biz de içten içe biliriz.

Peki ölüler niye geri döner diye soralım. Lacan; “Usulünce gömülmedikleri” için der. Bunda kast ettiği sadece definin biçimi ya da definin gerçekleşmemiş olması değildir. Şüphesiz onu da kapsar ama asıl geri dönme sebepleri “geçmiş – gelecek ve şimdiden” bir alacakları olduklarını düşünmeleridir. Tahsil edilmedikçe tüm zamanları ele geçirecek ve biz ölümlerinin travmasını tarihsel belleğimize yerleştirene kadar yaşayan ölüler olarak peşimizden gelmeyi sürdüreceklerdir.”[6]

Hayaletlerin dilini söken Derrida bir ismin yerine başka bir ismin, bütünün yerine de başka bir parça konulabileceğini ama bir........

© Birikim