menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Anayasa Mahkemesi'nin Parlamento Kararları Karşısındaki Zor Meşruiyet Sınavı

21 0
25.11.2025

Anayasa Mahkemesi'nin (AYM) Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde (TBMM) gerçekleştirilen Hakimler ve Savcılar Kurulu (HSK) üyelerinin seçimine ilişkin parlamento kararının anayasaya uygunluğunu denetlemekten kaçındığı kararı 10 Kasım 2025 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlandı. AYM’nin “kendi kendini kısıtlama” (judicial self-restraint) serüveninde yeni bir aşamayı daha kat ettiğini gösteren bu kararının sadece 6 sayfası çoğunluk görüşüne ayrılmışken geri kalan 39 sayfada 8 yargıç bu yeni içtihada karşı çekincelerini veya itirazlarını dile getirmekteydiler. Bu durum, altında 15 tam üyesinin imzası bulunan bir yüksek mahkeme kararı için tam anlamıyla bir fiyaskodan ibaret görülebilir, zira davada varılan sonuç –yetkisizlik!– 11 üyeyi tatmin etmişse de kararın gerekçesi salt çoğunluğu ikna edebilmekten uzaktı. Fakat öte yandan Mahkeme’nin parlamento kararlarının denetlenmesi sorununa getirdiği sıra dışı çözüm, sonuç/hedef odaklı hukuki yorum pratiğinin ilginç bir örneğini oluşturmaktaydı.

Hukuki sorunun ele alınma biçimindeki ayırt ediciliği açığa kavuşturmak için önce yaşananları ve hukuki iddiaları özetleyelim. Meclis, HSK’nin bazı üyelerinin seçimi için çalışmalara başlamıştı. Anayasa’nın 159. maddesi uyarınca Karma Komisyon’da bu üyelikler için adayların belirlenmesi gerekiyordu, ne var ki her iki turda da nitelikli çoğunluğa ulaşılamadı. Bu durumda Anayasa’ya göre kura çekme yöntemine geçilecek ve böylece Meclis Genel Kurulu’na sunulacak adaylar belirlenmiş olacaktı. Ancak Komisyon, oylamalara bir de üçüncü tur ekleyerek seçimlere devam etti ve Anayasa’da düzenlenmemiş bir formül yoluyla adaylarını belirledi. Ayrıca muhalefet partileri tarafından Karma Komisyonun oluşumunda siyasi partilere güçleri oranında temsil imkanı tanınmadığı iddia edilmekteydi. Yine bir başka anayasaya aykırılık iddiası ise avukat kontenjanından HSK üyeliğine seçilen üyelerden birinin avukatlıkla bağdaşmayan görevlerden birini yürüttüğü ve bu nedenle seçilme salahiyetinden yoksun olduğu idi. Son olarak, adaylar blok liste halinde seçilmişlerdi ve bu usulün de anayasaya uygunluğu şüphe doğurmaktaydı. Tüm bu ihtilaflı meseleler nedeniyle, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) HSK üye seçimlerinin Anayasa’da düzenlenen usule uygun gerçekleştirilmediğini ve söz konusu parlamento kararının iptal edilmesi gerektiğini ileri sürerek AYM’ye iptal davası açtı.

Maddi olguların üzerinden geçtikten sonra şimdi hukuki ihtilafın kaynağına inebiliriz. Anayasada meclis kararları kural olarak anayasal denetimin dışında bırakılmıştır. Mahkeme yalnızca anayasada gösterilen belirli meclis kararlarını inceleme yetkisini haizdir ki bunlar yasama dokunulmazlığının kaldırılmasına ve milletvekilliğinin düşmesine dair kararlar olarak gösterilir. Fakat bunların yanı sıra, AYM’nin en önemli yetkilerinden biri de Meclis İçtüzüğü’nün anayasaya uygunluğunu şekil ve esas yönünden inceleyebilmesidir. Tam da bu yetki sayesinde Mahkeme’yle parlamento arasındaki “denetim krizi” derinleşir. Parlamento kararları denetlenemez, peki varsayalım ki adına “karar” dediği işlemlerle Meclis, kendi İçtüzüğü’nü devamlı olarak ihlal veya ihmal ediyor olsun, bu koşullar altında da mı Mahkeme önüne getirilen işlemin adıyla kendini bağlı sayacaktır? İşte AYM bu soruna yanıt olarak “eylemli İçtüzük değişikliği doktrinini” geliştirmiştir. Böylece Meclis’te parlamento kararı adı altında yapılan ve İçtüzüğü yalnızca münferit bir olayla sınırlı kalmaksızın, sürekli uygulanacak bir soyut kural yoluyla değiştirmeyi amaçlayan kararlar anayasallık denetimine tâbi tutulacaktır. Yani İçtüzük metnine dokunulmadan parlamentodaki pratiklerle İçtüzüğün değiştirilmesine Mahkeme müsaade etmeyecektir.

AYM, hem 1961 Anayasası hem 1982 Anayasası döneminde bu yaratıcı bir denetim girişimi olan “eylemli İçtüzük değişikliği” içtihadını sıkı sıkıya savunur. Yorum yoluyla elde edilen bu yargısal yetki kullanımı bir yönüyle Mahkeme’nin Meclis karşısında elinde tuttuğu bir politik silahtır, diğer yanıyla da Meclisin tüm işlemlerini hukuk devletinin gereklerini gözeterek yapmasını sağlayan ve anayasanın üstünlüğü ilkesinin doğal sonucu olan bir yargısal denetim aracıdır. AYM bu gerilim altında içtihadını işlemekle yükümlüdür, aksi halde iki canavardan birine kapılma tehlikesi ortaya çıkar: i.) Mahkeme meclisin aldığı tüm kararları her yönüyle denetlemeye soyunan siyasal bir yerindelik kurumuna dönüşür veya ii.) Mahkeme mecliste anayasa, kanun veya içtüzükteki usuller yerine getirilmeden yapılmış tüm işlemleri görevsizlik argümanıyla meşrulaştıran ve parlamento kararı uygulamasının suistimal edilmesine müsaade eden etkisiz bir kurum halini alır. Nitekim anayasa mahkemeleri genellikle bu tür ince iplerin üzerinde dans edebilme yetenekleri ile anayasal sistem içerisinde kendi meşruiyetlerini sağlamlaştırır veya zayıflatırlar. AYM, HSK seçimlerine dair önüne gelen meclis kararında tam da bu meşruiyet testiyle boğuşuyor ve kanımca bu testten kalıyor. Hukuki sorunu tespit edip bu soruna dair teorik ihtilafın ne olduğunu ortaya koyduktan sonra şimdi AYM’nin bu yazıya konu teşkil eden son kararındaki hukuki yorum değişimine odaklanabiliriz.

AYM’nin eylemli İçtüzük değişikliği hususunda yeni bir içtihat geliştirmeyi amaçladığı bu kararında benim tespit edebildiğim kadarıyla beş farklı görüş bulunmaktadır: a.) Çoğunluk gerekçesine göre, eylemli içtüzük değişikliği içtihadı korunmalı ama kapsamı daraltılmalıdır. b.) Eylemli içtüzük değişikliği içtihadı tamamen kaldırılıp parlamento kararlarının – Anayasa’da açıkça sayılanlar haricinde– Mahkeme tarafından denetlenemeyeceği şeklindeki lafzi yorum takip edilmelidir. c.) Bu içtihat –b görüşünde söylendiği üzere– kaldırılmalıdır ama eğer içtihat muhafaza edilip davanın esasına girilecekse parlamento kararlarının içeriği hususunda bir ayrım yapılması temelsizdir ve söz konusu karar rutin bir eylemli içtüzük değişikliği anayasal incelemesinin gereği olarak iptal edilmelidir. d.) Eylemli içtüzük değişikliği içtihadının kapsamının daraltılması yanlıştır, halbuki Mahkeme’nin süreklilik kazanmış çizgisinin gereği olarak söz konusu davanın esasına girilmeliydi. e.) d görüşünde söylendiği üzere davanın esasına bakılmalı ve sonuç olarak söz konusu parlamento kararı iptal edilmelidir.

AYM eğer bugüne kadarki içtihatlarını sürdürseydi ve parlamento kararının anayasallığını incelemeye başlasaydı, davanın usulen reddedilmesini savunan (b ve c görüşündeki) üyeler usul yönünden karşı oy kullansalar da esas yönünden hukuka aykırılık tespit edebileceklerdi. Böyle bir durumda çoğunluk görüşünü yazan yedi üyenin azınlıkta kalması ve parlamento kararının iptal edilmesi ihtimal dahilinde olacaktı. Bu nedenle olsa gerek yedi üye farklı bir yolu tercih ettiler. İşin esasına girilmezse –yani b ve c oyları da kendi taraflarında kalırsa– istedikleri hukuki sonucu elde edebileceklerdi. Ama bu durumda da “eylemli İçtüzük içtihadının” tamamen yıkılması gibi “büyük bir sonuç” elde edilmesi riski bulunmaktaydı. Daha iki yıl önceki bir kararında söz konusu içtihadın korunmasını savunan ve hukuki dayanaklarını bu yönde gerekçelendiren Mahkeme için böyle bir sapma ise ikna edicilikten bütünüyle uzak olurdu. Çünkü AYM 2023 yılında şu soruyla karşılaşmıştı: Eğer Mahkeme’nin yetkilerini belirlerken işlemin salt adıyla bağlı kalınmaması içtihadını OHAL KHK’leri bakımından terk ettiysek bunu parlamento kararlarına uygulamıyor olmamız bir çelişki değil midir? Ancak Mahkeme, 4 üyesinin aksi görüş belirtmesine karşılık, bu soruya hayır yanıtını verir. OHAL KHK’lerinin denetlenemeyeceği açıkça anayasada yer almakta iken parlamento kararları bakımından........

© Birikim