Yangınların Asıl Nedeni: Kentin Kırı Yutması
Artık her yaz mevsimi, sıcaklık rekorlarıyla ve cehennemi andıran yangınlarla anılıyor. Kırsal alanlar, alevler içinde yok olurken ekosistemler, yerleşimler ve canlılar geri dönülmez biçimde zarar görüyor. 2010 yılında orman yangınlarının yalnızca %4,9’u elektrik nakil hatlarından kaynaklanırken, bu oran bugün %’e ulaştı. Özelleştirme süreciyle birlikte kamu eliyle denetimi zayıflayan bu altyapı sistemleri, yangınların en hızlı artan sebeplerinden biri hâline geldi. Türkiye 2010 sonrası ülkeyi 21 bölgeye ayırarak elektrik dağıtımını 14 özel şirkete devretti. Kamudan sağlanan teşviklere rağmen bu şirketler bakım, denetim ve koruma yükümlülüklerini yerine getirmedi. (Özgür, 2024). Elektrik dağıtımının piyasaya açılmasıyla birlikte enerji altyapısının yanında yangın riski de ticarileşti. Buna karşılık dünyada yeniden beledileştirme ve kamulaştırma politikalarının hız kazandığı, temel kentsel altyapı hizmetlerinin tekrar kamusal denetime alındığı bir döneme girilirken Türkiye bu eğilimin tam tersine yönelmiş durumda.
Ancak bu yazı, yangınların sadece teknik arızalar, idari ihmaller ve altyapı hizmetlerinin özelleştirilmesi gibi açıklamalarla kavranamayacağını, bu felaketlerin ardında daha derin ve süreklilik taşıyan yapısal dinamiklerin yattığını ileri sürüyor. Bugün ormanlara, meralara, kıyılara doğru plansız büyüyen kentler, yalnızca betonlaşmayı değil, aynı zamanda tarihsel bir çelişkinin izini taşıyor: 19. yüzyılda Friedrich Engels’in işaret ettiği kır–kent karşıtlığı. Engels’in tarif ettiği bu çelişki, bugün Türkiye’de imar afları, turizm yatırımları, ikinci konut dalgaları ve kırsal toprağın spekülatif yatırım alanına dönüşmesiyle ekolojik bir krize evrilmiş durumda.
Kentlerin büyümesi, çoğu zaman modern çağın kaçınılmaz akışı gibi sunulur, ancak bu büyümenin ardında fark edilmeyen ağır bir ekolojik bedel yatar. Şehirler, genişleme iştahlarını kırsal alanlara yönelterek kır–kent çelişkisini yeniden üretir, üstelik her seferinde farklı biçimlerde derinleştirir. Kentleşme süreçlerini toplumsal eşitsizliklerle birlikte ele alan ilk Marksist olan Engels’in Konut Sorunu’nda (1872) dile getirdiği bu ayrım, mekânsal bir yer değiştirmenin ötesinde, sermaye düzeninin coğrafyaya kazınmış ideolojisidir. Kapitalist sistem, kentleşmeyi nüfus artışının basit ve doğal bir sonucu olarak sunduğu gibi, üretim ve tüketim alanlarını sınırsızca genişletmenin stratejik bir aracı olarak da kurgular (Gündoğan, 2020).
Engels’in kır–kent çelişkisine dair tespitleri, David Harvey’in mekânın sermayeleşmesi kuramında güncel karşılığını bulur. Ona göre ormanlar, kıyılar ve tüm ekosistemler, sermaye birikiminin sınır tanımayan iştahı karşısında yalnızca metalaşmakla kalmaz, doğrudan sermaye dolaşımının hedefi hâline gelir. İlk çalışmalarında kapitalizmin ekolojik krizleri çözmeye mecbur olduğunu öne süren Harvey, sonraki metinlerinde bunun sistemin doğası gereği imkânsız olduğunu vurgular ve bu nedenle kapitalist yapının giderek daha fazla paniğe kapıldığını belirtir. Ona göre sermaye, kendi krizlerini aşabilmek için sürekli yeni yatırım alanları yaratmak zorundadır. Bunlar da çoğunlukla tarım arazileri, meralar, ormanlar ve kıyı bölgeleri gibi ekolojik açıdan hassas bölgeler olur. Bu yüzden kentleşme, artık doğal nüfus artışının bir sonucu değil, sermaye birikiminin mekânsal stratejisi olarak işler.
Henri Lefebvre’in “kentsel toplum” kuramından esinle geliştirilen “gezegensel kentleşme” (Brenner & Schmid, 2014) yaklaşımı ise, kentleşmenin metropollerle sınırlı kalmadığını, yeryüzünün tüm ekolojik dokularına sirayet eden bir dönüşüm olduğunu öne sürer. Yapılı çevre yatırımlarıyla derinleşen neoliberal şehircilik rejimi; üretim sistemleri, tüketim alışkanlıkları, ulaşım hatları ve tedarik zincileri aracılığıyla en ücra coğrafyalarda bile kendine yer açar. Bu yayılma, dağ köylerinden orman içi yerleşimlere, kıyı kasabalarından kırın derinliklerine kadar uzanarak, turizm girişimleri, mega projeler ve tarım dışı sermaye hareketleriyle yerelin gündelik yaşamına, ekolojik dengesine ve kültürel sürekliliğine doğrudan müdahale eder (Yücel & Akgün, 2021).
Yukarıda anılan ilişkiler ağını kavramak, günümüzde giderek küçülen orman alanlarını adım adım yutan yangınların ardındaki yapısal nedenleri anlamak açısından yaşamsal önemdedir. Kırsal alanların birikim döngüsündeki rolü, ekosistemlerin bütünlüğünü zedeleyen, geri dönüşü zor kayıplar doğuran bir süreçtir. Kapitalist üretim ilişkileri, mekânın kullanımında iki güçlü dinamik yaratır: sermayenin sürekli yeni alanlara duyduğu iştah ve doğal alanların “boş” ya da “atıl” damgasıyla sermaye döngüsüne sokulması. Bu iki eğilim, 19. yüzyılda ortaya konan kır–kent çelişkisinin 21. yüzyılda ekolojik kriz ve yangın felaketleriyle iç içe geçmiş hâlidir.
Kapitalist kentleşmenin ekosistemler üzerindeki baskısı, yangın riskini iki güçlü yolla artırır. İlki, orman parçalanması, tarım arazilerinin terk edilmesi ve meraların yapılaşmaya açılmasıyla doğal yangın bariyerlerinin ortadan kalkmasıdır. İkincisi ise kent ile kır arasındaki sınırın, yani Doğal........
© Birikim
