Akademiyi Çevreleyen Hakikat
Mücahit Bilici’nin 31 Ekim’de Serbestiyet’te yayınlanan “Akademi hakikatin peşinde midir?” başlıklı yazısı akademik hayatımızdaki hakikatin önemli bir kısmını ayrıntılı bir biçimde gözler önüne serdi. Akademideki ağ ilişkileri, araştırmaların moda konulara odaklanması, tavşanın suyunun suyu misali bu konuların artık anlamını yitirecek düzeyde araştırılması ve sonuçta kıymeti kendinden menkul ama aslında pek de kimsenin dönüp bakmadığı birtakım yayınların ortaya çıkması konusunda epey haklı çıkarımlar ortaya koymuştu bu yazı. Üstelik bu durum Türkiye’ye özgü de değil; dünyanın birçok yerinde belli meslek örgütleri, fonlar ve araştırma merkezleri etrafında oluşmuş network’ler için de geçerli. Ama bu yazının içinde yer almayan ve olayın Türkiye’yi, Türkiye’nin son 20 yılında doğrudan akademiyi hedef alan bir siyasi boyutu da var. Buna hiç değinmeden akademiyi apolitik ya da siyasi baskıya karşı dokunulmazlığı olan bir alan gibi düşünmek de büyük resme bakışımızın önünde bir perde yaratır. Siyasi atmosferin akademideki yansımalarını önem sırasına koymadan kısaca aktarmaya çalışacağım.
Son Yirmi Yılda Üniversite Patlaması!
Akademideki bürokratikleşme tarihsel olarak evrensel bilimsel standartları kurumsallaştırma çabasından kaynaklansa da akademilere yönelik politik ve ekonomik ilginin, yatırımın, yüklenen işlevin de bu demir kafesin inşasında bir etkisi oldu. Türkiye’de 2006 yılından itibaren devlet üniversitelerinin sayısında bir patlama yaşandı. Her ile bir üniversite mantığıyla gerçekten de her ile en az bir üniversite açıldı, sözüm ona Almanya’nın bizi kıskandığı, sekiz milyon üniversite öğrencisinin kendi şehirlerinde okuması için imkân sunuldu. Oysa ortada ne bu öğrencilerin okumasına imkân verecek bir barınma altyapısı, ne bir sosyo-kültürel ortam ne de akademik bağlam vardı. Zamanında gerekli planlama yapılmadığından bu üniversitelere insan kaynağı yaratmak da yeni sorunlara yol açtı, akademik kadro ihtiyacı nitelik kaygısı olmadan yine kayırmacılık ve yandaşlık mekanizmalarıyla karşılandı. Bugün nasıl dünyada siyasilerin imtiyazlı çocukları “nepo-bebekler” olarak eleştiriliyorsa, bu yeni üniversiteler de iktidar partisinin “nepo-akademikler” cenneti oldu. YLSY ve MEB burslarının yeniden yapılandırılmasıyla öğretim üyesi olmak üzere yurtdışı lisansüstü programlarına giden öğrenciler Avrupa ve Amerika’daki köklü üniversiteler yerine çalışma alanlarına uygun ülkelere yönlendirildiler. Bunun sonucunda belli disiplinlerdeki bilimsel gelenekten beslenmek yerine bilim uzmanlığının asgari şartlarını karşılamaya yarayan ülkeleri tercih ettiler. Bunların yanı sıra dünya sıralamalarında üst sıralarda yer alan üniversitelerde doktora yapan, sonra da taşra üniversitelerinde çalışmaya başlayan idealist ve emektar bir kitle de oldu, fakat onların gayretleri de bir taraftan yerel ağ ilişkileri diğer taraftan kifayetsiz yöneticilerin kıskançlığı, hazımsızlığı nedeniyle karşılık bulamadı. Açıkçası bugün akademinin itibarsızlaşmasında, hatta akademik personele belediye işçisi düzeyinde maaş verilmesinde, bütün üniversitelerde yaşanan kadro sıkıntısında nitelikten çok niceliğe önem veren aklın etkisi var. İçi tamamen boşalmış bir akademi yarattılar, sonra kendi eserlerinden kendileri de memnun kalmadılar.
Akreditasyon ve Yayın Baskısı
Akademinin öyle iki bina bir tabeladan ibaret olmadığı anlaşılınca bu sefer yapay bir saygınlık derdi ortaya çıktı. Köklü üniversitelerden birkaçı dışında dünya sıralamasına giren bir bölüm, bir üniversite, bir buluş ortaya çıkmadı. Aziz Sancar’ın Nobel alması, Özlem Türeci ve Uğur Şahin’in aşı konusundaki ilerlemeleri........





















Toi Staff
Penny S. Tee
Sabine Sterk
Gideon Levy
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
John Nosta
Daniel Orenstein