Anestezik Toplum Veya Yavaş Ölüm
Türkiye’de ve dünyada 1960-80 arası dönem, kitlesel eylemlerin, kolektif dönüşüm arzusunun ve özgürlük taleplerinin yoğun biçimde görünürlük kazandığı yıllar olarak anılır. Özgürleşme mitosunun (sol hareketler, karşı kültür, üçüncü dünya devrimleri, anti-emperyalizm…) etkisi altındaki bireyler ve toplumsal gruplar, yalnızca gündelik hayatlarında değil, siyasetin, kültürün ve toplumsal ilişkilerin hemen her alanında inisiyatif alma ve süreçlere doğrudan müdahil olma iradesi sergilerlerdi. Bu nedenle 1960’lar dünya çapında “kitle siyaset”inin yükseldiği bir dönem olarak siyasi literatüre geçmiştir. Küresel ölçekte 68 hareketi, Üçüncü Dünya devrimci dalgası, Vietnam savaşı protestoları, feminist, çevreci, siyah özgürlük hareketleri bu dönemin belirleyici dinamikleridir. Türkiye’de keza 1960–71 arası ve 1974–80 arası güçlü öğrenci, işçi, köylü, sendikal hareketlerin varlığı bu dalgayla paralellik taşıyan gelişmeler olarak okunur. İktidar elitleri açısından bütün bu karşı duruşları, itirazları ve kitlesel kalkışmaları yönetmek giderek zorlaşıyordu. Toplumun kendi gündelik yaşamına ve geleceğine dair gösterdiği bu pro-aktif tutum; yüksek bir politik duyarlılığın, olup biteni sorgulayan ve tavır alan bir özneleşme sürecinin göstergesiydi. Ancak 1980 sonrasında bu duyarlılık halinin, askeri müdahalenin yarattığı siyasal iklim ve ardından gelen neoliberal dönüşümle birlikte, günümüze dek tedricen zayıflatıldığını, hatta sistemli biçimde tasfiye edildiğini görüyoruz.
Özellikle Türkiye gibi mesleki, sosyal, sanatsal ve ekonomik alanlarda örgütlülüğün zayıf olduğu; birey olma ve özgürleşme mücadelesinin ise resmi ideoloji, gelenek ve baskın kültürel kalıplar tarafından sürekli bastırıldığı toplumlarda, siyasal alana müdahil olma ve olup bitene tepki verme gibi iktidar karşıtı reflekslerin giderek silindiğini gösteren pek çok işaret bulunuyor. 1980 sonrası örgütlü toplumun zayıflaması, neoliberal bireyselleşme, siyasal katılımın düşmesi, korku siyaseti, kültürel tahakküm ve özellikle son yılların epistemik şiddeti de bu tepkisizlik halinin nedenleri olarak değerlendirilebilir. Toplumun neden “siyasal ve toplumsal bozulmalar”a, “haksız uygulamalar"a, “norm erozyonuna” karşı etkili bir tepki geliştirmediği, neden bu denli duyarsız, umarsız ve neredeyse bir ölüm sessizliği içinde beklediği sorularına birçok cevap verilse de sonunda hiçbirinin bu tıkanmayı aşmaya yetmediği gerçeğiyle karşı karşıya kalmaya devam ediyoruz. Toplumdaki bu derin tepkisizliği, bu durumda anestezi altında hareketsiz duran bir bedenin duyarsızlığına benzetmek; dolayısıyla içinde bulunduğumuz durumu ‘Anestezik Toplum’ metaforuyla adlandırmak, abartılı bir teşhis sayılmasa gerek. Bu durumu, bu çağın bir anomalisi olarak düşünmek daha doğru olabilir. Bu kavramsallaştırmanın sadece Türkiye toplumu için düşünülmediğini de özellikle belirtmek gerekir.
“Anestezik toplum” kavramını, modern insanın toplumsal ve siyasal gerçeklik karşısında giderek kaybettiği duyarlılık, tepki verme kabiliyeti ve etik reflekslerin çözülüşü ile ilgili bir metafor olarak düşünmek gerekir. Bu uyuşma halini, bütün toplumsal yapıların içine düştüğü bir çeşit dekadans ve bu çağın bir anomalisi olarak görsek de bunun, özellikle Türkiye bağlamında, yalnızca siyasal baskı ya da medyanın manipülatif yapısıyla açıklanamayacak kadar derin, kültürel ve varoluşsal bir soruna işaret ettiğini en baştan belirtmek gerekir. Yurdum insanının kendi hakikatine karşı hissizleşmesini, duyarlılığın kaybını, çoğu kez kendi yaşamı üzerindeki denetim kaybının semptomu olarak değerlendirebiliriz ancak bunu daha varoluşsal, hayati bir refleksin kaybı olarak düşünmek daha doğru olur. Zira bu hissizleşme, yalnızca duygusal-bilişsel değil; epistemik, etik ve politik boyutları olan çok katmanlı bir anestezi rejimi semptomu olarak değerlendirilmelidir. Hannah Arendt’in tanımladığı “banalite” kavramı bağlamında düşünürsek, bu durumu bireyin eyleme kapasitesini büsbütün kaybetmesi olarak tarif edebiliriz. Çünkü şahit olduğumuz üzere günümüzde bir olay ne kadar sarsıcı olursa olsun, kısa sürede “normalleşiyor”, gündelik hayatın akışına karışıyor ve hafıza tarafından dışarı itiliyor. Bu fenomen, yalnızca bir unutuş değil; bilişsel-duygusal anlamda bir duyumsayamama, yani anestezik bir uyuşma olarak gerçekleşiyor. Sonuçları itibariyle bir kötülük halinin “sıradanlaşması” olarak seyrediyor.
“Anestezik toplum” kavramını, çağdaş toplumların giderek artan duyarsızlık, refleks kaybı ve politik gerçeklik karşısında hissizleşme durumuyla ilişkilendirmek gerektiğini belirtmiştik. Bu kavram, her ne kadar literatürde birebir bu isimle yer almıyorsa da sosyoloji, medya teorisi, siyaset felsefesi ve duygulanım kuramı alanlarında geliştirilen bazı önemli yaklaşımlarla ilişkilendirilebilir. Nitekim literatür tarandığında bu metaforu çağrıştıran düşünsel zeminlerin önceden kurulduğunu gösteren metinlere rastlamak da mümkün oluyor. Onlardan birkaçını anmak gerektiğinde özellikle Lazarsfeld–Merton, Burke, Lauren Berlant’ın yaptığı çalışmaların ve diğer çağdaş duygulanım çalışmalarının, toplumların nasıl “uyuşmuş” hâle getirildiğini açıklayan teorik çerçevelerini hatırlatmakta yarar var. “Anestezik toplum” fikrine en yakın kuramsal karşılıklardan biri, Paul F. Lazarsfeld ve Robert K. Merton’ın 1948’de formüle ettiği “narcotizing dysfunction” kavramıdır. Bu, kitle iletişim araçlarının insanları belirli bir konuya yoğunlaştırması ve sürekli tekrarıyla, insanların konuya karşı giderek duyarsızlaştığını ve eylem yerine bilgiyi tercih ettiğini açıklayan bir kavramdır. Yazarlar, bu çalışmada modern iletişim araçlarının bilgi akışını artırdıkça eylemselliği azalttığını savunur. İnsanlar dünyada olup bitenleri artık daha çok bildikçe bunlara karşı duyarsızlaşır ve tepkisizleşir. Bu kurama göre birey; kitle iletişim araçları marifetiyle neredeyse her şey hakkında bilgi sahibi olur, haberdar olur, duygusal olarak da bir nebze etkilenir fakat bunlarla ilgili eylemez / eyleyemez. Çünkü bilginin çokluğu ve özellikle hızı bunu imkânsız kılar. Algoritmaların ve yapay zekâ ürünlerinin yaratıcı, ayartıcı düzenlemelerinin bağımlısına dönüşen birey, artık bir insanın düşüncesine-yorumuna ihtiyaç duymaz. İnsan bir bilgi referansı olmaktan çıkar, referanslar artık makinelerdir. Makalede kullanılan "Onlar makinelere bizden daha tutkuyla inanıyorlar ve modern propaganda bilimsel bir makinedir; bu yüzden onlara göre, sadece akıl yürüten birinin buna karşı koyamayacağı apaçık ortadadır. Toplumumuzun fikir ve inançlarını kontrol etmek isteyenler, fiziksel güce daha az, kitlesel iknaya daha çok başvuruyorlar. Radyo programı ve kurumsal reklamlar, gözdağı ve baskının yerini alıyor.” biçimindeki gözleme dayalı cümle, iletişim araçlarının/teknolojik bilgi kaynaklarının anestezik toplum yaratmadaki rolünü veciz bir biçimde anlatmak için kayda değerdir. Lazarsfeld–Merton’un bu makaledeki görüşlerine göre modern medya, “etkin yurttaşı” pasif bir gözlemciye dönüştüren bir tür toplumsal sedasyon etkisi yaratıyor. Bu yaklaşım, tarifini yapmaya çalıştığımız toplumsal anestezi kavramsallaştırmasının neredeyse birebir akademik karşılığı gibi okunabilir.
Retorik kuramcı Kenneth Burke’ün çalışmaları da toplumun semptomatik acılarına rağmen refleks geliştirememesi konusunda önemli veriler sunuyor. Burke’ün toplum metaforunun temelini “acıyı hissedemeyen, hastalığın farkında olmayan ama aynı zamanda yoğun bir çöküş yaşayan organizma” fikri oluşturur. Burke’e göre; modern toplum bir........





















Toi Staff
Penny S. Tee
Gideon Levy
Sabine Sterk
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
John Nosta
Daniel Orenstein