Troçki’nin 85. ölüm yıldönümü: Osmanlı, Ermeni Sorunu, Balkan Savaşları
Troçki’nin 21 Ağustos 1940’ta Meksika’da öldürülmesinin üzerinden 85 yıl geçti. Onun Osmanlı/Türkiye üzerine ilk sistematik çözümlemeleri, Balkan Savaşları’nda savaş muhabiri olarak kaleme aldığı yazılarda billurlaştı: Cephedeki hareketlerden çok, savaşın toplumları altüst eden iktisadî-siyasal etkilerine ve “eşitlik vaadi - cezasızlık gerçeği” arasındaki makasa odaklandı. Sofya’dan cephe gerisine uzanan gözlemleri, milliyetçi-merkezî çizginin sonuçlarını ve Ermeni meselesinin bölgesel bağlarını sergileyen bir bütünlük kazandı; bu külliyat, daha önce Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından Balkan Savaşları adıyla yayımlandı.
Türkiye’deki tarihçiliğin bir damarına göre—tarihçi İsmet Görgülü’nün de dâhil olduğu—Balkan Savaşı, Bulgar-Sırp (1912) ittifakı dâhil kurulan ittifakların genişleme hedeflerinin birleşmesi ve Osmanlı’nın 1908-1911’deki krizleri ile Trablusgarp’la meşguliyetinin fırsata çevrilmesiyle patladı. Bu anlatının karşısına ise dönemin başka bir tanıklığı ve anlatısı çıkıyor. Bu çerçevenin yanına şimdi, aynı dönemi sahadan izleyen Troçki’nin tanıklığını koyarak, askerî-siyasal nedenlerin toplumsal hayata nasıl tercüme edildiğini izleyeceğiz.
Birçok vesileyle Osmanlı ve Türkiye ile karşılaşacak olan Troçki’nin ilk sistematik Osmanlı analizleri Balkan Savaşları’na dayanıyor. Ölüm yıldönümünde, Türkiye tarihine de ışık tutabilecek bu kitabına ve deneyimine bakmanın epey yarar getireceğine eminim. Troçki, Viyana’daki sürgün hayatını sürdürürken bir gazeteden aldığı teklifle savaş muhabirliğine başladı. Balkanlar patlamaya hazır bir barut fıçısıydı ve “Hasta Adam” Osmanlı’nın zayıflayan gövdesinde herkes pay peşindeydi. Troçki bu teklifi hemen kabul etti. Üretici nüfus cepheye sürülünce ekonomiler çöker, yoksulluk derinleşir, halkın savaş yorgunluğu büyürdü. Troçki bu nedenle Balkan devletlerinin uzun bir savaşı sürdüremeyeceğini ve dış güçlerin finansmanına bağımlı hâle geleceğini öngördü. Bu bağımlılığın ikinci bir savaşı da beraberinde getireceğini öngörmüştü.
Ayrıca savaşın ilerlemesiyle yaşanan katliamların artık normalleşmeye başladığını göstermişti: “Üç asker yürüyerek yanımdan geçiyorlar. Konuşmalarına kulak misafiri oluyorum. ‘Kaç tane Arnavut öldürdüm, bilmiyorum,’ diyor biri, ‘ama bir tekinin bile üzerinden para edecek bir şey çıkmadı. Sonra bir bula (genç Türk köylü kadını) öldürdüm, üzerinde on tane altın lira buldum.’ Tüm bunları açık açık, sakince, umursamazca anlatıyorlar. Yapılan sıradan bir şey. İnsanlar, savaşın birkaç günde kendilerinde nasıl bir dönüşüm meydana getirdiğini anlamıyorlar.” (s. 388)
Karşılıklı katliamların bıraktığı izleri makalelerine taşıyordu Troçki.
Savaş muhabiri olarak gittiği yerlerde, orduların strateji ve taktiklerine ilişkin—daha sonra Kızıl Ordu’nun başında kurucu komutan olduğunda uygulayacağı—birçok deneyimi yerinde edindi. Taktik düzlemde, örneğin, Troçki gerilla ve çete savaşına dair gözlemleriyle dikkat çekti. Balkanlar’da ‘çetnik’ adıyla bilinen küçük birliklerin faaliyetlerini yakından inceledi; ancak bunların savaşın kaderini değiştirecek güçte olmadığını belirtti. Ona göre düzensiz çeteler sabotaj yapabilir, geçici baskınlarla ses getirebilirdi; ama belirleyici olan eğitimli, disiplinli kitle ordularıydı. Troçki aynı zamanda şu soruyu sordu: “Çetnik mücadelesi durdu. Niçin? Makedon liderlerinin birçoğu, Türk meşrutiyetinin, Makedonya’da kapsamlı reform için legal ve barışçıl mücadele yürütülmesine imkân sağlayacağından emindi.” (s. 332) Aslında Balkanlar’da da 1908 Devrimi’nin büyük değişiklikler getireceği ve ayrılmaya gerek kalmayacağı görüşü hâkimdi.
Troçki’ye göre Balkanlar’da işler, hanedanların kanlı hesapları ve büyük güçlerin oyunlarıyla öylesine iç içe geçmiştir ki—Troçki’nin 1909’da ifade ettiği üzere—bu düzen sürdüğü takdirde bölge sürekli patlamaya hazır bir “Pandora’nın kutusu” olarak kalacaktır. Bunun kalıcı çözümü, tüm Balkan uluslarının İsviçre ya da Amerika Birleşik Devletleri örneğine benzeyen demokratik-federal bir çatı altında tek bir devlet kurmasıdır; böyle bir birlik hem iç barışı sağlar hem de üretici güçlerin gerçek gelişimini mümkün kılar. Ne var ki, Troçki bu talebin neden hayata geçmediğini Jön Türkler’in siyasetiyle açıklar:
‘’Ne var ki, Jön Türkler bu yolu kesin bir biçimde reddettiler. Hâkim milliyeti temsil etmelerine ve kendi ulusal ordularına sahip olmalarına dayanarak ulusal merkeziyetçi olmak ve öyle kalmak istiyorlar. Jön Türklerin sağ kanadı, eyaletlerin özyönetimine bile sürekli karşı çıkıyor. Güçlü merkezkaç eğilimlere karşı mücadele, Jön Türkleri ‘kuvvetli bir merkezi otorite’nin taraftarı haline getiriyor ve padişahla quand meme [her ne pahasına olursa olsun] anlaşma yoluna gitmeye zorluyor. Bu da, ulusal çelişkilerin düğümü parlamenter ortamda çözülmeye başlar başlamaz, Jön Türklerin sağ kanadının açıktan açığa karşıdevrim saflarına geçeceği anlamına geliyor.” (s.14)
Burada biraz soluklanmak gerekecek. 1908 Devrimi’nden sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) sağ kanadının parti içinde hâkim hâle gelmesi, ayrıca devrimin eşitlik ve hak taleplerini reddeden bir çizgiye evrilmesiyle birlikte, Gramsci’nin ‘pasif devrim’ dediği sürecin işlediğini görebiliyoruz. Devletin modernleşmesi ve yeniden yapılanması, kitlelerin talepkâr baskısı altında değil; eski rejimin güçleriyle uzlaşarak, kitleleri pasifleştirerek ve Ermenilere yönelik fizikî yok etmeyi de kapsayarak, ganimetler üzerine (ilkel sermaye birikimi) oturmuş bir Türk burjuvazisinin yaratılmasının adımlarıydı.
Troçki, öte yandan, ‘sürekli devrim’ perspektifini Rusya dışında bir yerde henüz hazır görmüyordu. Rusya’da sosyalist devrimi mümkün gören Troçki, Osmanlı ve Balkanlar söz konusu olduğunda aynı görüşü paylaşmıyordu, bunun değişmesi ise 1928 yılından itibaren diğer ülkeler için de geçerli bir teori olarak açıklamaya başlamasıyla olmuştur. Sürekli devrim ise şunu ortaya koyuyordu: Devrimin önderliğini alan burjuva, bir süre sonra işçi sınıfının ve ezilenlerin taleplerinden rahatsız olduğu için devrimin taleplerine karşı harekete geçer.
Osmanlı’da 1908 Devrimi ile ortaya çıkan eşitlik talebi, Osmanlı askeri ve yönetici tarafından reddedilmeye başlanmış ve Troçki’nin dediği gibi İTC karşıdevrimci bir karaktere bürünmüştü. Pasif devrim aynı zamanda, bir daha devrim olmaması için, devletin modernizasyonunu ve toprak kayıplarının önüne geçmek için zorunlu adımları atmak adına tepeden, kitleleri pasifleştirerek, siyaset yapma biçimi olarak iyice ortaya çıktı ve Türkiye’deki siyasetin belirleyici biçimi olmuştur. Siyasi kararları tek bir elde toplayan Bonaparte tipi siyaset de bir diğer noktasıdır.
İTC’nin Balkan Savaşları’ndan çıkardığı ders—ki onları savaşa götüren de demokratik talepler karşısındaki antidemokratik tutumlarıydı—daha da antidemokratik bir çizgiye yönelmek ve elde kalan topraklardaki Hristiyan halkları yok etmeyi hedefleyen bir siyaset izlemek oldu. O dönemki çeşitli demokratik alternatifleri ve eşitlik taleplerini yok eden İTC’nin yarattığı antidemokratik toplumun gerçekliğiyle o zamandan bu yana yaşamaktayız; 1908’in karşıdevrimci güçlerinin ve devamcılarının siyaseti ise Türkiye’de pasif devrimdir.
Troçki, Balkan Savaşı sırasında Osmanlı’daki Ermenilerin durumuna dair de yazdı. Artık odağımızı, Troçki’nin 12 Kasım 1912 tarihli değerlendirmesinde ayrıntılandırdığı Ermeni meselesine—iç idare ile bölgesel diplomasinin düğümlendiği alana—daraltalım.
Troçki’nin ifadesiyle, Doğu Sorunu’nu oluşturan başlıkların hiçbiri barışçıl yöntemlerle çözülememişti. Troçki, Makedonya ile Ermeni sorununun ayrılan yollarına odaklandı. Makedonya meselesi, Bulgaristan’ın coğrafi yakınlığı ve maddi-manevi desteği sayesinde sürekli canlı tutulmuştu; isyancı gruplar başarısızlıkların ardından Bulgaristan’a sığınmış ve Türkiye, olası bir Bulgar müdahalesini gözeterek aşırı tedbirlere ancak sınırlı ölçüde başvurabilmişti. Bulgaristan, Makedonya için bir şanstı. Ermeni hareketleri ise bambaşka bir coğrafi ve siyasal çerçevede kalmıştı: Sınır aşıldığında İran ya da Kafkasya’ya geçilmiş, İran tarafında takibat sürmüş ya da İranlı Kürtlerle çatışmalar yaşanmıştı. Kafkasya’da Rus makamları, Ermeni kaçakları mağdurdan ziyade “ihtilalci” saymış; 1890’lar ile 1900’lerin başında hapishaneler bu tür siyasi suçlularla dolmuştu.
Troçki, II. Abdülhamid devrinde Ermenilere karşı katliamların diplomatik bir örtü kazandığını ileri sürmüş, Prens Aleksey Lobanov-Rostovski gibi Rus diplomatların İstanbul’a fiilen “açık kart” verdiklerini; buna paralel biçimde Rusya’da Prens Grigory S. Golitsin’in 1897-1904 arasında Güney Kafkasya Genel Valisi olarak, Ermenilere baskı siyaseti izlediğini ve Ermeni Apostolik Kilisesi’nin taşınmazlarına el konulmasını başlatan hattı yürüttüğünü belirtmişti. Golitsin’in bu siyaseti........
© Bianet
