menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Mansur Yavaş’ın Talat Paşa anıtı: Tarihi inkâr, soykırıma selam

15 87
03.06.2025

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş, 30 Mayıs 2025 tarihinde yaptığı konuşmada, Ankara'nın Altındağ ilçesindeki Talat Paşa Bulvarı üzerine, Osmanlı Devleti'nin son döneminde görev almış İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin (İTC) önde gelen isimlerinden Talat Paşa'nın anısını yaşatmak amacıyla bir anıt yerleştirdiklerini açıkladı. Yavaş, bu anıtın, Talat Paşa gibi devlet insanlarını ve Cumhuriyet döneminde yurt dışında "şehit edilen diplomatları unutmamak; başkent Ankara'nın tarihsel sürekliliğini ve devlet hafızasını yaşatmak" amacı taşıdığını belirtti.

Talat Paşa'nın kim olduğunu anlamak için, 1915 sürecindeki rolüne iyi bakmak gerekli. Talat Paşa'nın 1910 sonbaharında Danimarkalı oryantalist Johannes Østrup'a, Ermenilerle barışçıl bir çözümün imkânsız olduğunu ve iktidarı ele geçirdiğinde Ermenileri yok etmek için tüm gücünü kullanacağını söylediği aktarılmıştır:

"Görüyorsunuz ki bizimle bu halk arasında barışçıl bir şekilde çözülemeyecek bir uyuşmazlık var; ya onlar bizi tamamen alt edecekler ya da biz onları ortadan kaldırmak zorunda kalacağız. Eğer bir gün bu ülkede iktidarı ele geçirirsem, bütün gücümü Ermenileri yok etmek için kullanacağım." (Hans-Lukas Kieser, Talat Paşa: İttihatçılığın Beyni ve Soykırımın Mimarı, s. 95)

Talat Paşa, Nisan 1915'ten itibaren Ermenilere yönelik politikayı üç ana aşamada uyguladı ve bizzat yönetti. İlk olarak nisan ve mayıs aylarında ülke çapındaki siyasi, dinî ve entelektüel Ermeni liderlerin yakalanmasını sağladı. Sonrasında, 1915'in bahar sonlarından sonbahara kadar Anadolu ve Rumeli'deki tüm Ermeni nüfusunu Halep'in doğusundaki Suriye çöllerinde bulunan kamplara sürdü. Son aşamada ise Cemal Paşa tarafından yeniden iskân edilen küçük bir grup dışında, kamplardaki sürgünlerin büyük çoğunluğunun açlıktan ölmesine neden oldu ve 1916 yılında hâlâ hayatta kalanları nihai bir katliama tabi tuttu. (Bkz. Kieser, s. 222)

Talat Paşa, Kuzey Suriye'de gerçekleşen soykırımın merkezindeki isimdi ve operasyonları kendisine bağlı yöneticiler aracılığıyla kontrol ediyordu. Temmuz 1915'ten itibaren hayatta kalan Ermeni sürgünlere yardım ulaşmasını önlemek için adımlar attı ve sonbaharın başlarına doğru yüz binlerce sürgünün tüm işlemlerini bakanlığının güvendiği temsilciler aracılığıyla doğrudan denetlemeye başladı. Hedefi, sürgünlerin yeni topluluklar kurmasını engellemek ve nihayetinde onları tamamen ortadan kaldırmaktı. Ancak açlık ve kötü yaşam koşulları, sürgündekilerin sayısını istediği düzeye kadar azaltamayınca, 1916 başlarında aktif olarak katliam emrini verdi. Bu amaçla, mayıs ayında Deyr ez Zor valisi Ali Suat'ı görevden alarak yerine kitlesel katliama hevesli olan Salih Zeki'yi atadı. Talat ayrıca, bölgedeki salgın hastalıklardan sorumlu tutulan Ermenilere karşı yoğun bir düşmanlık besleyen ve bu yönde kışkırtılmış Müslüman kitlenin düşmanlığına da bel bağladı. Bu politikada zaman zaman başarısızlıklarla karşılaşsa da, Ermenilere yönelik şiddet ve talan üzerindeki devlet tekelini sürdürmekte kararlıydı. (bkz. Kieser, s.245f)

O dönem ABD büyükelçisi olan Henry Morgenthau’nun Testimony of Ambassador Morgenthau about Armenian Genocide and the Exodus of Greeks adlı kitabında Talat Paşa’nın, Ermenilere ait sigorta poliçeleri hakkında söyledikleri şu şekilde aktarılır: Talat Paşa "Sonra bana, birçok Ermeninin Amerikan sigorta şirketlerinden hayat sigortası poliçesi satın aldığını söyledi. ‘Gerçekte hepsi ölmüş durumda ve geride mirasçı bırakmadılar. Para kesinlikle devlete aittir. Artık hükümet mirasçıdır. Lütfen Amerikan şirketlerinden bu poliçelere sahip olan kişilerin tam listesini bize göndermelerini sağlayabilir misiniz?"

Hans-Lukas Kieser’in detaylı biyografik çalışması Talat Paşa: İttihatçılığın Beyni ve Soykırımın Mimarı adlı eserinde, onun Ermeni soykırımını sadece planlayıp uygulamakla kalmadığı; aynı zamanda bu suçu gerek içeride gerekse dışarıda meşrulaştırmak için özel bir çaba sarf ettiği aktarılır. Henry Morgenthau’nun tanıklıkları da bu ideolojik ve pratik çabanın yalan olduğunu ortaya koyar.

Kieser’e göre Talat Paşa, 1915’te başlayan büyük tehcir ve yok etme sürecinin ardından 1916 yılında hâlâ hayatta kalan Ermenilerin kitlesel katliamını sistematik biçimde organize etmişti. Bu yalnızca bir “savaş dönemi zorunluluğu” değil, bilinçli olarak inşa edilen bir homojenleştirme projesiydi. Talat Paşa, sürgün edilen Ermenilerin yeni topluluklar kurmasını engellemeye çalışıyor; bu amaçla yardım ulaşmasını durduruyor ve sağ kalanların açlıktan ölmelerini bekliyordu. Açlık yeterince “etkili” olmayınca ise fiilî katliam kararı alıyordu. Kieser’in de belirttiği gibi, bu kararların hiçbirini “doğaçlama” değil, ideolojik ve stratejik bir plan çerçevesinde hayata geçiriyordu.

Berlin’e kaçtıktan sonra bu büyük suçun üstünü örten ve gelecekteki inkârcı yaklaşımların temelini oluşturan bir anlatı geliştirmeye koyuldu. Hatıralarını kaleme aldı; burada tehciri savaşın dayattığı zorunlu bir güvenlik önlemi olarak sundu. Devletin hayatta kalması için “gerekli” görülen bu eylemlerin hukuki ve siyasi açıdan haklı gösterilmesi için özel bir çaba sarf etti. Kieser, Talat’ın bu yazılarıyla yalnızca kendi sorumluluğunu örtbas etmeye çalışmadığını, aynı zamanda Cumhuriyet döneminde kurumsallaşacak olan inkârın temelini attığını vurgular.

Henry Morgenthau ise bu inkâr stratejisine doğrudan tanık olmuş bir diplomattır. Talat Paşa’nın tehciri, bir tür zorunlu iç güvenlik önlemi gibi sunmaya çalıştığını; ancak bunun ardında sistematik ve kasıtlı bir yok etme amacı olduğunu fark ettiğini açıkça belirtmiştir. Morgenthau’nun deyişiyle: "Türk Hükümeti’nin Ermenileri ‘yeni yurtlara göndermeyi’ gerçekten amaçladığını iddia etmesi saçmadır; konvoylara yapılan muamele, Enver ve Talat’ın asıl amacının yok etme olduğunu açıkça göstermektedir."

Berlin'e kaçan Talat Paşa, 15 Mart 1921’de, kendisini takip eden ve onu öldürmek amacıyla yaşadığı apartmanın karşısında bir daire tutan Ermeni genç Soğomon Tehliryan tarafından caddede yürürken ateşli silahla öldürüldü. Berlin 3 Numaralı Eyalet Mahkemesi’nde görülen dava, soykırımdan kurtulanların ifadelerinin tartışıldığı bir platforma dönüştü. Tehliryan'ın duruşması 2 Haziran 1921'de başladı ve ertesi gün, 3 Haziran 1921'de beraat kararıyla sonuçlandı.

1908 Devrimi, II. Abdülhamid’in istibdat rejimine karşı gerçekleşen ve II. Meşrutiyet’in yeniden ilân edilmesiyle sonuçlanan siyasal dönüşümdür. Bu devrimle birlikte, 1876’da askıya alınmış olan Kanun-ı Esasi tekrar yürürlüğe sokulmuş, Meclis-i Mebusan yeniden açılmış, basın ve örgütlenme özgürlüğü gibi temel haklar tanınmıştır. Devrim, anayasalı, parlamentolu ve eşitlikçi bir rejim kurmayı amaçlamış; hürriyet, müsavat (eşitlik), uhuvvet (kardeşlik) ve adalet gibi idealler etrafında toplumsal bir umut yaratmıştır.

31 Mart Ayaklanması (13 Nisan 1909), 1908 Devrimi’nin getirdiği anayasal düzeni ve özgürlükleri hedef alan eski rejimin taraftarlarının bir kalkışmaydı. "Şeriat isteriz" sloganlarıyla medrese öğrencileri ve bazı askerî birlikler Meclis’in kapatılmasını ve İTC'nin tasfiyesini talep etti. Bu karşı-devrim girişimi, Mahmut Şevket Paşa komutasındaki Hareket Ordusu tarafından bastırıldı ve ardından II. Abdülhamid tahttan indirildi. Ayaklanma sürecinde İstanbul’daki Ermeni ve Rum toplulukları devrimden yana tavır alarak dükkânlarını kapattılar, kendi bölgelerinde güvenliği sağlamaya çalıştılar ve anayasal düzenin korunmasını savundular. Bu tutumları, eşit yurttaşlık umutlarını ve eski rejimin taraftarlarının tehdidi karşısındaki kaygılarını yansıtıyordu.

27 Nisan 1909 tarihinde II. Abdülhamid’e tahttan indirildiğini bildirmek üzere gönderilen heyet, 1908 Devrimi’nin eşitlikçi ve çok milletli ideallerini sembolik biçimde yansıtan beş kişiden oluşuyordu: Ermeni Ayan üyesi Aram Efendi, Yahudi Selanik Mebusu Emanuel Karasso, Arnavut Draç Mebusu Esad Toptanî, eski donanma komutanı Koramiral Arif Hikmet Paşa ve meclis temsilcisi sıfatıyla görev yapan diğer yetkililer. Bu heyetin bileşimi, devrimin Osmanlıcılık ve anayasal yurttaşlık ilkelerinin bir tezahürüydü. Farklı ulusları ve dini grupları kapsayan bu temsil, halkın kitlesel desteğini ve anayasal düzeni meşrulaştırma çabasını simgeliyordu.

Osmanlı’daki 1908 Devrimi dünyanın gördüğü ilk devrim değildi ve devrimlerin kendi yasaları vardı. Devrimlerin yasasına göre, devrimin önderliğinin devrimi ileri taşıyan kitlelerin eline geçmemesi; bunun yerine, eski rejimin ilkelerini koruyarak devrimin hedeflerini sonlandıran güçlerin eline geçmesi üzerine yapılan yorumlar da vardır. Bunlardan biri Antonio Gramsci’nin pasif devrim kavramıdır, devrimci bir değişimin halkın doğrudan seferberliği olmadan, egemen sınıflar eliyle yukarıdan aşağıya gerçekleştirilmesini ifade eder. Bu tür süreçlerde halk edilgenleştirilir, reformlar ise gerçek bir demokratikleşmeye değil, iktidar bloğunun çıkarlarını korumaya hizmet eder.

1908 Devrimi tam olarak bu çizgide yer alır. Devrim, halkın eşit yurttaşlık taleplerini gündeme getirmiş olsa da, özellikle Ermeni toplumunun ve diğer Hıristiyan hakların eşitlik ve siyasal temsil talepleri, kısa sürede bastırılmış; reform vaatleri geciktirilmiş, yönü değiştirilmiş ya da bütünüyle araçsallaştırılmıştır. Balkanlardaki halkların demokratik taleplerin karşılanmadığı gibi, devrimin gereği olarak demokratikleşmenin genişletilmesinin önüne geçilmiştir. Zaten yüzyıllardır Osmanlı baskısı altında bulunan halkların Osmanlı’ya sırtını döndürmesi hızlanmıştır.

Leon Troçki, Balkan Savaşları kitabında Osmanlı İmparatorluğu ve Jön Türklerin siyasetini değerlendirirken, Balkanlar’daki kalıcı çözümün ulusal eşitlik temelinde demokratik ve federal bir yapıdan geçmesi gerektiğini savunuyordu. Ona göre, İsviçre veya ABD gibi federatif modeller, Balkan halklarının bir arada, barış içinde yaşayabilmesinin ve bölgesel gelişmenin önünü açabilirdi. Troçki, Jön Türklerin özellikle sağ kanadının özyönetime dahi tahammül edemediğini, güçlü merkeziyetçi eğilimlerle padişah ile uzlaşma yoluna gittiklerini belirtir. Bu da ona göre, anayasal sürecin ilerlemesiyle birlikte Jön Türklerin karşıdevrimci pozisyona kayacağını açıkça gösteren bir işaretti. Troçki, bu süreci, sürekli devrim teorisiyle netleştirir.1

Devrimin eşitlikçi taleplerinden ve devrimci kitlelerden korkan burjuva önderliğin, devrimi bir noktada bitirdiğini, sürekliliğinin ise ancak işçi sınıfının önderliğine geçerek mümkün olacağını söyler. 1908, devrimci önderliğe geçmeden bitirilmiş ve demokratik taleplerinin kendi önderliği tarafından bastırıldığı devrime en açık örneklerden biridir ve bunun ne tür sonuçları olduğunu da gördük.

Türkiye’de uzun süredir anlatılan anlatıya göre, 1908 Devrimi’nin önderliğini üstlenen İTC, karşılaştığı tüm zorluk ve engellere rağmen devrimci rolünü sürdürmüştür. Bu anlatı çerçevesinde, İTC geleneği sıklıkla Jakobenizm ile ilişkilendirilerek bir analoji kurulmaktadır. Halbuki bu analoji yanlıştır, nasıl Ermeni Soykırımı'nı bir güvenlik meselesi olarak tehcir değerlendirilmesi yalan ise bu da bir ideolojik yalandır. Jakobenler, Fransız Devrimi’nin en radikal ve halkçı kanadını temsil eder; halkın doğrudan siyasal özne olması, eşitliğin tam anlamıyla tesisi ve aristokrasinin tasfiyesini savunurlar. 1789 Devrimi’nin ardından gelen Thermidor süreci ise, Jakobenlerin tasfiyesini ve burjuva egemenliğinin, eski rejimdeki güçlerle anlaşarak otoriter biçimde yeniden yapılandırılmasını ifade eder. Bonapartizm, Thermidor’un bir devamı olarak görülebilir. Napolyon Bonapart, devrimci söylemleri kullanarak halkın umudunu istismar ederken, bireysel iktidarı pekiştirmiş ve halkın siyasete doğrudan katılımını yok saydı.

Eşitlik talepleri karşısında giderek daha sert önlemler alan ve bu talepleri karşılamaktan uzak bir konumda duran İTC, Hıristiyan halkların eşitlik yönündeki ısrarını bastırmak yerine bu “tehdidi” derinleştirerek yönetmeye yöneldi. Bu yaklaşımı ekonomik zemine oturtmak amacıyla, Hıristiyanların toprak ve mülklerine el koyma yolunu seçti. Türk burjuvazisinin oluşumu için ihtiyaç duyulan sermaye, bu gasp süreciyle birleştirilen ilkel sermaye birikimi yöntemi üzerinden, soykırımın örgütlenmesiyle sağlandı.

1908 Devrimi, başlangıçta Jakoben bir yönelim olarak ortaya çıkmış olsa da, kısa sürede Thermidorcu bir tasfiye sürecine dönüşmüş ve Bonapart Talat Paşa yönetiminde soykırımcı bir devlet yapısına evrilmiştir. Devrim, halkın siyasal özneliğini değil, egemen elitlerin kontrol ettiği bir modernleşmeyi hayata geçirmiştir. Bu anlamda, 1908'den Cumhuriyet'e uzanan çizgi, halksız bir modernleşmenin, seçimsiz ve devletten bağımsız örgütlerin yokluğunda ve otoriter merkezileşmenin sürekliliğini taşır. Tepeden inme bu anlayışı en net ifade eden, daha sonra Nevzat Tandoğan'ın ‘‘Bu memlekete komünizm gerekiyorsa ve komünizm yararlı bir şeyse onu da biz getiririz’’ söylemiyle olmuştur. Devletin modernleşme taleplerini, destekçisi olan ya da olabilecek kitlelerden kopararak kendi takvimine göre uygulaması, aynı zamanda kitlelerin pasifleştirilmesini içeren bir pasif devrim sürecidir. 1908 Devrimi’nin karakterinin ve sonrasında yaşanan pasif devrim sürecinin netleştirilmesi, inkâr siyasetinin sona erdirilmesi için atılması gereken önemli adımlardan biridir.

1915’te öldürülen, sürgüne gönderilen ve malları gasbedilen Ankara Sancağı’ndaki 28 bin 858 Ermeni için bir anıt dikilmesi gerekirken, onların ölüm emrini veren birinin kahraman ilân edilmesi kabul edilemez. Ermeni Soykırımı’nın başlıca planlayıcılarından Talat Paşa’nın anıtının dikilmesi yalnızca soykırımdaki belirleyici rolü nedeniyle değil, aynı zamanda üstlendiği karşıdevrimci rol dolayısıyla da reddedilmelidir. Toplumsal eşitlik mücadelesinin önemli bir parçası olabilecek bu adımla, umarım Ankara bir gün bu utancı aşar ve tarihsel hafızasını bir anıtla onarır.

Dipnot:

[1]. Troçki, sürekli devrimin evrensel yasasını 1928 yılında açıklamaya başlamış, öncesinde ise Rusya’daki durumu değerlendirmişti. Bu yaklaşım, Osmanlı’daki duruma ilişkin görüşlerinde de kendini göstermiştir. Osmanlı’daki devrimi gerçekleştiren kitlelerin kendi önderlikleriyle burjuva devrimini ileri taşıması ve aşması tam anlamıyla açıklanmamıştır. Balkanlar ve İstanbul’daki proleter sınıfın Osmanlı’nın siyasi kaderini farklı bir noktaya taşıyabileceği ihtimalini ise tartışmaya açmamıştır. Kesin olan, İTC’nin 1908 devriminin demokratik taleplerinden uzak duracağı ve bu nedenle 1908 devriminin kesintiye uğrayacağıdır; bu Troçki tarafından çok net bir şekilde ifade edilmiştir.

(VHY/TY)

Ukrayna’daki savaş, sadece bir cephe hattını değil, aynı zamanda küresel düzeni sarsan jeopolitik bir dönüm noktasını işaretliyor. Rusya’nın Şubat 2022’deki saldırısından bu yana yeni bir Soğuk Savaş dönemi başladı; bu, yalnızca Doğu Avrupa’yı değil, tüm dünya sistemini istikrarsızlaştırıyor.

Her ne kadar Ukrayna’daki savaş sıcak bir savaş olsa da, henüz vekâlet savaşı olmanın ötesine geçmiş değil, yani emperyalist güçlerin doğrudan birbirleriyle çatıştığı bir seviyeye ulaşmadı. Çatışma hatları, emperyal çıkarlar, jeoekonomik rekabet ve ideolojik cepheleşmeler boyunca uzanıyor. Aynı zamanda, özellikle Avrupa’da, siyasi hareketler, sivil toplumun bazı kesimleri, bir tarafın “zaferi” yerine barışı merkeze alan alternatif perspektifler geliştirmeye çalışıyor. Saldırının başlangıcında, “barış” kelimesini ağzına alan herkesin, Avrupa Birliği’nde (AB), Avrupa ülkelerindeki parlamentolarda ve havuz medyalarda militaristlerin kolayca ve kudurmuşcasına iftira savurduğu, kamuoyu görüşünü belirlediği süreç etkisini kaybetmek üzere.

Kamuoyunda basit bir........

© Bianet