menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Hegel ve Strabon’un izinde: Ermeni coğrafyası ve tarihsel belleği

16 23
27.09.2025

Filozof Hegel ve coğrafyacı Strabon’un Ermenilere dair söylediklerini nasıl anlatmalı? Birinci nesli gören ve tanıyan son nesil dördüncü nesildir. Dördüncü nesil olarak bilmeden, öğrenmeden, konuşmadan birinci nesil ile beraber yaşadım. Zamanı ve mekanı aynı şeyleri bilmeden, konuşmadan, ortak hikayemizi anlamadan paylaştım. Bu anlatılan senin hikayendir diyerek anlamak ve değiştirmek istediğimiz toplumsal ilişkilerde, millet, din ve cinsiyet rol ayrımlarının tarihsel olduğunu görerek, bunların günümüzdeki doğru siyaset ve toplumsal değişimlerin eşliğinde gönüllü rızalık temelinde sonlandırabileceğini düşünmekteyim.

Zamansal ve mekansal kopukluğu aşabilmek için tarihi kendi bütünseliğinde anlamak gerekli. Her nesilde kaybolan ve anlatılmayan hikaye var, lakin birbirine karıştırılmaması gerekilen bir durum var, burada ailenin hikayesini bilememek, bir inkar siyasetinden çıktığı için, kendi hikayeni ancak toplumsal tarih ile anlayabilirsin.

Ezilenlerin ve işçi sınıfının tarihi bu yüzden, iktidarların anlattığı tarih anlayışının ötesindedir. Var olduğumuz, bazen de yok edildiğimizi, bazen de boyuna yıkılan Babil’i her seferinde kimin yaptığını, kimi zamanda yedi kapılı Teb şehrini kimin kurduğunu anlatmakla uğraşırız. Sezarlar kime karşı zafer kazandı? Babil’e nehirlerle ticaret edenlerin, yüzyılların tıp bilgisini bitkilerde aktaran kadınların hikayesi, toprağı işleyenlerin üzerinden toplumsal gerçekliği anlamaya ve anlatmaya çalışmakla geçiyor bazen bir ömür. Çünkü bizim hikayemiz ve tarihimiz zamanını ve mekanını bulamamaktadır. O unutulmakta, inkar edilmekte, üstü çizilmekte, her seferinde kendisini kanıtlamak zorunda ve hegemonik olamayanın kaderini paylaşmakta. Gramsci’nin dilinde bu durum, gerçeğin önünde duran zora (şiddete) dayanan rızalık sistemidir.

Toplumsal bellekte, coğrafyanın ve onun tarihinin bilgisi eksik. Sümerler ile Selçuklu, Osmanlı arasında bu topraklardaki tarih bir hiçe denk düşmekte. Toprağın ve onun üzerinde yaşayanların tarihi anlatılmamakta. Hegel ve Strabon coğrafyayı toplum ve tarihle beraber ele aldığı için, bize geçmişi daha iyi anlama imkanı sunmakta. Ermeni tarihini anlamak bu yüzden, gerçeği ortaya çıkarmaya bizi daha yakınlaştırdığı için, değerlidir. Hegemonik tarih anlayışı, tarih parçalanmıştır, zaman ve mekan hiçselleştirilmiştir.

Marx’ın kavramı eşzamanlı olmayan eşzamanlılık, bize kendi zamanında yaşamak isteyenlerin karşısına kapitalist ilişkilerin ve devlet mefhumunun çıktığını anlatır. Zamansal ve mekansal mefhumlar üretim ilişkilerinin sonucudur, haliyle siyasidir. Kaderini paylaştığım nesillerin, tarihini kavrama, yıkılmış, başkalaştırılmış mekanlardaki yazı ve sembollerin olduğu taşların peşinde olma durumu ve bir resimden, bir anlatıdan, bir tahminden, kendi aile hikayesini bütünlüğe kavuşturma isteği, gerçeği bütünüyle ögrenmek istemekte ve hegemonyanın parçalanmış anlayışına temelden karşıdır. Hegel ve Strabon’un okuması bu yanıyla da önemlidir.

Hegel tarihin hedefini, kendi içinde demokratikleşen bir devlet konsepti olarak tanımlar ve özgürlüğün bu somut koşullarda nasıl gerçekleştirileceği üzerinde durur. Ona göre Çin’den başlayıp Avrupa’ya uzanan tarih akışında ilerleme özgürlüğün bilincine de varmaktadır. Fırat ile Dicle’nin vadileri ve tarihsel Ermenistan’ın da içinde bulunduğu bölgeyi dünya tininin (Weltgeist) üçüncü tiyatrosu olarak nitelendirir. Ona göre, edebiyat, sanat, din, siyaset ve ekonomi gibi birçok unsur, bu tiyatrolarda o dönemin dünya ruhunu somutlaştırır. Okul müdürü iken müfredata dair düştüğü notlarda görürüz ki ona göre coğrafyayı bilenler, evrensel tarihi de bir dereceye kadar öğrenirler. Dış etken olarak insanın yaşamını belirleyen coğrafya, bu yolculukta dünya ruhu belirlenmesindeki etkisinde küçülür. Kendisinden önceki felsefelerde bölünmüş olan, suje ve obje gibi ayrımları, tarih içinde kendisini gerçekleştiren kavramında bütünleştirir.

Hegel’in Ermenistan’la ilgili coğrafi bilgileri Dünya Tarihi Felsefesi kitabında toplanmıştır. Hegel, Ermenistan’dan gelen ve Pers dağları boyunca akan Fırat ile Dicle nehirlerinden bahsederek, Ermenistan’ı bu bağlamda tanımlar. Hatırlatmak gerekirse, Fırat Nehri’nin başlangıç noktası Ağrı’nın Diyadin ilçesinden kaynaklanan Murat Nehri ile Erzurum’un Dumludağ bölgesinden çıkan Karasu Nehri’dir. Bu nehirler Elazığ sınırlarında birleşerek Fırat Nehri’ni oluşturur. Dicle Nehri ise Elazığ’a bağlı Hazar Gölü’nden doğar. Hazar Gölü’nün kuzeydoğusundaki dağlık bölgelerden gelen yeraltı suları ve kaynaklar, onun başlangıcını oluşturur. Strabon da eserinde benzer bilgileri belirtmiş, "Ermenistan’dan güneye doğru akan Fırat ve Dicle’nin Gordya Dağları’nı (Zagros) aştığını" ifade etmiştir.

Hegel, büyük ihtimalle kendi zamanının bilgilerinden hareketle, Oxus Ovası’nın batı yamacında İran (Farsistan), daha kuzeyde Kürdistan ve ardından Ermenistan’ın bulunduğunu söyler. Ayrıca, Ermenistan’dan Dicle ve Fırat nehir havzalarının güneybatıya doğru uzandığını belirtir. Bu nehirlerin üzerinde gemilerin Ermenistan'dan Babil'e gittiğini ve o kente muazzam bir zenginlik getirdiğini de belirtiyor. Pontus Kralı Mithridates’in Toroslar’a kadar uzanan krallığında Ermenistan’daki halkın Roma’ya karşı direnişinden, Büyük İskender sonrası Küçük Asya, Ermenistan, Suriye ve Babilonya’da Yunan devletlerinin kurulduğundan, ayrıca Medler ve Persler gibi Hazar Denizi’nin güney ve güneybatısında yerleşmiş dağ halklarının, oradan Ermenistan’a kadar uzandığından bahseder.

Hegel İngilizlerin Katolik kiliselerini yasaklamasını eleştirirken, "Türkler bile Hristiyanlara, Ermenilere ve Yahudilere kiliselerini bırakmış; bakım ihtiyaçları olduğunda bu onarım hakkını satın alma şartı getirmişler" diyerek yorum yapar. Tarihi gelişim aşamalarını birer tiyatro olarak kabul ederken, İngilizlerin bu tiyatrolara verdiği özgürlük kısıtlayıcı içerik nedeniyle eleştirmekte. Hegel, tarihin tiyatrolarını tanımlarken, ilk üç tiyatronun sadece bir kişinin (despot, sultan, şah vb.) özgür olduğu coğrafyalarda yaşandığını söyler.

Hegel’in kitaplarına kaynak olarak faydalandığı kişiler arasında yer alan filozof ve coğrafyacı Amasyalı Strabon (MÖ 63 – MS 24), felsefenin bir parçası olan coğrafyanın olayların sahnesi olduğunu ve siyaset için coğrafi bilgiler elzem olduğunu söyler. Strabon’un sahnesi, aslında kurumsal olarak tiyatroyu tanıyan Hegel’den ayrı döneme ait olduğunu bize gösterir, değişen, gelişen, bazı özelliklerini kaybeden, yenilerini kazanan kavramdır tiyatro, her şey gibi değişkendir. Strabon siyasetin, özellikle imparatorluk haline dönüşmesiyle, hükmettiği ya da hükmetmek istediği bölgeleri tanıması gerektiğini ifade eder. Coğrafyanın devlet çıkarları üzerinden ortaya çıkışı ve gelişmesi, Strabon’nun yaklaşımında postmodern okumalara karşı, devlete odaklanan bir perspektif sunar.

En önemli eseri Geographica, dönemin bilinen dünyasını detaylı şekilde tanımlayan ve Ermenistan ile ilgili bilgileri de kapsayan 17 ciltlik bir coğrafya külliyatıdır. Coğrafyayı yaşam sanatıyla ve mutlulukla ilgilenen kişinin işi olarak tanımlar. Faydaları ise siyaset ve devlet yönetimi için, gök olaylarının bilgisi, ayrıca yeryüzü ve denizlerdeki hayvanlar, bitkiler, meyveler ve ilgili halkların yaşamında görülen diğer tüm şeyleri kapsayan bir çeşitliktir.

Suriye Epemiyeli (Hama) Posidonius’un görüşlerine dayanarak, Strabon Ermeniler, Suriyeliler ve Arapların dil, görünüş ve yaşam biçimi açısından birbirine benzediğini ve kabile akrabalıkları bulunduğunu ifade eder. Aramicenin etkisi ve uzun süre beraber yaşanılan bölgeler düşünüldüğünde, bu iddianın nedeni anlaşılır. Strabon, Mezopotamya’da bu üç halkın yaşadığını belirtir. "Armenian" (Ermeniler), Aramililer (Suriyeliler) ve Arambianlar (Araplar) isimlerinin, antik Yunanca "eran embainein" (toprağa gidenler) ifadesinden gelebileceğini tartışmaya açar. Bu ifade o zamanlar yerleşik hayata geçmiş olanları belirtmek amaçlı da kullanılmış olabilir.

Ermenicenin Sami dillerle bir bağlantısı olduğu iddiası, modern dönemde Kara Athena kitabının yazarı Martin Bernal tarafından da dile getirilmiştir. Akardca, Asurca, Aramice’den gelen dil ailesinin antik Ermeniceyi etkilediğini düşünebiliriz. Ancak dilbilimciler, Ermenicenin bağımsız bir Hint-Avrupa dili olduğunu savunmaktadır.

Strabon ayrıca Kafkasya’da Ermenistan’ı tarif ederken Kura Nehri’nin buradan başladığını da belirtir. Ayrıca, Partlar, Medler ve Babillilerin Ermenistan üzerinde egemenlik kurduklarını söylerken, Ermenilerin hiçbir zaman tam anlamıyla bu halklara boyun eğmediğine dikkat çeker. Ancak, Strabon’dan sonraki dönemlerde Ermenistan, önce İranlıların, ardından Bizanslıların ve Arapların (Müslümanların) egemenliğine girecektir. İranlıların hakimiyeti ile Partça’nın Ermenice üzerindeki etkisi artmıştır ve günümüze kadar gelen birçok kelime hazinesini önünü açmıştır.

Festivalleriyle ünlü ve üzüm bağlarıyla zengin Pontus yerleşim yeri olan Comana (günümüz Tokat sınırları içinde), kalabalık bir şehir olup özellikle Ermenistan'dan gelen tüccarlar için önemli bir ticaret merkezi olduğunu yazar Strabon. Fırat ve Dicle havzalarından Tokat’a uzanan bu ticaret rotası 1915 yılına kadar varlığını sürdürmüştür. Fırat’ın oluşturan iki nehirden bir olan Karasu’nun geçtiği Tercan’da Trabzon limanı üzerinden gelen İstanbul mallarını geniş bir bölgeye dağıtan tüccar bir ailenin parçalanmış hikayesinde kalan bu gerçek ile 2 bin 100 sene önceki bu anlatım birbirine denk düşmekte.

Yani, ailem böylesi bir ticaret yolunu keşfetmemiş, çok eskilerden beri gelen ticaret yolunu ve bilgilerini devralmıştır. Abraham Leon’un ‘Yahudi Sorunu’ adlı kitabındaki tezlerinden yola çıkarak, aynı rotalar üzerinde ticaret yapanların belki de Ermenileştiği teorisini burada dile getirebiliriz. Mesleklerin üzerinden tanımlanan bir kimlik olarak da bakabiliriz, köylülük, ticaret, el ustalığı gerektiren mesleklerde Ermeni kalınabilirken, mesela askeri ihtiyaç için yeniçeriliğe alınanlar bu kimliklerini kaybederek, Müslüman, daha sonrada Türk kimliğini almaktaydı. Kölelik ve ağır vergiler de, ihtiyaca ve şartlara göre kontrolü asimilasyonun metotlarından biriydi.

Tercan üzerinden verebileceğim örnek, tam da ekonomik olarak en altda bulunanların genellikle Müslüman kimliğinine (Kızılbaşlığa) geçiş yaptığını, ekonomik olarak direnebilenlerin ise Hırıstian kimliğini muhafaza ettiğini, en azından 1915’e kadar, aile hikayelerinden ortaya çıkan durum bu. Bu Tercan’a has bir durum değil, birçok yerde görülen bir değişim hiyerarşisi. Asimilasyonun toplumsal dinamikler üzerinden okunması henüz daha yapılmadı.

Hegel’e göre refleksif tarih yazımında—ki burada söz konusu olan, olayların........

© Bianet