Aslan Zeus, Jurassic World Rebirth ve şirketler
Daha önce sinemada hiç izlemediğim Jurassic Park serisinin yeni filmi Jurassic World Rebirth’ü izledikten sonra, filmdeki bazı fikirleri netleştirmek gerektiğini düşündüm. Rebirth’in odağına yerleştirdiği iki ana çatışma — ilaç patentleri ve iklim krizi altında hayvan habitatı — yapımı salt bir maceranın ötesine taşıyor. Öncelikle filmin öyküsünü anlatmak gerekiyor; spoiler uyarısını da şimdiden düşeyim.
Jurassic World Rebirth’ın öyküsünün makalemizi ilgilendiren bölümü şöyle:
2010’da Atlas Okyanusu’ndaki Saint-Hubert Adası’nda transgenetik mutant dinozorlar üretilmektedir. Filme yerleştirilmiş ürünlerden birinin -bir meşhur çikolatanın ambalajı- birkaç güvenlik eşiğini aşarak otomatik kapının mekanizmasına sıkışınca, Zeki Demirkubuz filmlerinden bildiğimiz “kapanmayan kapılar sendromu” bu kez bireysel takıntıların ötesine geçip ölüme yol açar
Bu sahne, kapitalist bir şirketin o ana dek sorunsuz ilerleyen bilimsel çalışmayı sekteye uğratmasının simgesidir. Kapıya sıkışan ambalaj, bilimin önüne şirket çıkarlarının geçmesini temsil eder. Bir kapıyı çalışmaz hâle getirmenin sayısız yolu vardır; ancak bunu kapitalist bir ürünle yapmak, filmin ana tezine erken bir ipucu bırakır. Şirket yetkilileri markalarının akılda kalıcı biçimde görünmesinden memnuniyet duyarken, filmin estetik dili gerçekte bu şirketi eleştirir.
2027’ye gelindiğinde, iklim değişikliği ve dinozorların yeni koşullara uyum zorlukları, bu dev yaratıkları ancak Ekvator kuşağındaki tropik bölgelerde hayatta kalmaya zorlar. Şehirlerde trafiği felce uğratan devasa dinozorlar izlerken bir yandan da kentlilerin onlardan bıkarak ilgisini yitirdiğini de görürüz.
Önceki bilimsel çalışmayı, sembolik olarak sabote eden kapitalist şirket mantığı, bu kez somut bir şirket olarak sahneye çıkar. Kalp hastalığına çare olabilecek dinozor biyomateryallerinin peşindeki ilaç devinin temsilcisi Martin Krebs, eski özel operasyon uzmanı Zora Bennett ve paleontolog Dr. Henry Loomis’i, üç dev türden (Mosasaurus, Titanosaurus ve Quetzalcoatlus) örnek toplamak üzere gizli bir sefere ikna eder.
Zora, ekibe liderlik etmesi için eski dostu Duncan Kincaid’i de dahil eder; daha sonra Delgado ailesi de gruba katılır. Kapitalist rekabette şirketler birbirlerini yok etmeye çalışırken, aynı zamanda artı değer taşıyan bilgi ve ekipmanları ele geçirme hırsıyla hareket eder; sonuçta yok edilen araştırmanın verileri başka bir şirketin eline geçer.
Bu ilaç şirketi, başka bir çalışmanın bilgilerine ulaşmak için askeri-gasp hamlesine başlar.
Olaylara plan dışı dahil olan Delgado ailesi, bu gasp girişimi içinde ahlaki değerleri temsil eden, birbirine bağlı bir topluluk olarak karşımıza çıkar. Bu aile, operasyondaki diğer insanlara etik ilkeleri hatırlatma görevi üstlenir. Yüksek meblağların cazibesine kapılan ekip üyeleri ile salt bilimsel merak güden bilim insanı, yaptıklarını Delgado’lar üzerinden sorgularken; şirket temsilcisi Krebs’in kötücül karakterini de yine onların yaşadıkları sayesinde fark ederler.
Diğer insanların hayatlarını hiçe sayan, tek amacı şirketinin kârı ve kendi payı olan Krebs’in karanlık yönü açığa çıktıkça ve kendisini felakete sürükleyen hamleleri arttıkça, grubun geri kalanı ondan giderek uzaklaşır.
Böylece film, “İlacın faydası yalnızca bir şirkete mi hizmet etmeli, yoksa herkese mi?” sorusunu somutlaştırır.
Hikâyenin sonunda ekip, kurtardıkları genetik veriyi patentlemeden tüm dünyaya açık kaynak olarak sunmaya karar verir. Kapitalist mantığının özü olan patent ve özel mülkiyetin, insanların ihtiyaçları için nasıl engel olduğunu noktasında bu dikkat çekme, filmin en güçlü söylem yanını oluşturmaktadır.
Filmde çeşitli dinozorların insanları kovaladığı sahneler arasında öne çıkan ayrıntı, devasa ve ıssız bir adanın—zorunlu da olsa—tümüyle dinozorların yaşamına ayrılmış olmasıdır. Bu sahneler, insanın en eski korkularından biri olan “saldırıya uğrama” duygusunu işlerken, korku sinemasında hoşlanmadığım “avlanma pratiğini haklı çıkarma” eğilimini de besler.
Oysa gerçekte durum tersine dönmüştür: Dünyada yabani hayvanların sayısı azalırken insan nüfusu artmakta; bu ilişkide korkması gereken taraf hayvanlardır. Dinozorların yaşam alanına girip onlardan saldırı bekleyen karakterler, hayvanat bahçelerinde tehlikeli türlerin kafeslerine girerek tepki arayan insanlarla aynı mantıkta hareket eder ve biz de bu etik açmazı izleriz. Kısacası film, ekoturizm ile safari kültürünün sinemadaki bir yansımasıdır.
Burada ele alınan, insanlığın karşı karşıya olduğu ciddi bir sorun: doğal yaşam alanlarının daralması nedeniyle yabani hayvan popülasyonlarının azalması ve insanların hayvanlarla ilişkisinin çoğu kez şehirlerdeki hayvanat bahçeleri ya da vahşi türlerin yaşaması için gerekli büyüklüğün çok altındaki ormanlarla sınırlı kalması.
Jurassic Park serisi ise bunun ötesine geçerek bazı bölgelerin bütünüyle hayvanlara tahsis edilmesi fikrini ortaya koyuyor; ancak bu düşünceyi tam netleştiremediği için safari alanları ile ekoturizm bölgelerinin fikrini birarada tutuyor. Son olarak Antalya Manavgat’ta aslan Zeus’un öldürülmesi, insanların hayvanlara karşı ne denli özensiz ve ihmalkâr davranabildiğini, ayrıca hayvan öldürmenin hâlâ kahramanlık sayılabildiğini gösterdi.
Oysa gerçek kahramanlık, Zeus’u yaşatmak ve onun yaşayabileceği alanları koruyabilmekti. Şehir merkezine getirilen King Kong filminde olduğu gibi, daha sonra bunların kaçması sonucu ve insanların korku objesine dönüştürülmesi neticesinde öldürülmesi filmin anlatısı olsa da, aslan Zeus ise gerçek hayatın bir konusu oldu.
Kapitalist sistem doğaya yalnızca yaratacağı artı değer açısından bakar; bir leoparın turistik gelir getireceği düşünülüyorsa onu koruma altına alabilirken aynı anda zeytin ağaçlarını yok edebilir, bir zamanlar doğa harikası olan alanlara oteller inşa edebilir.
Orman niteliğini yitirip özel mülkiyete açılan 2B arazilerde 6292 sayılı yasayı, özelleştirilmiş elektrik şirketlerinin yetersizliklerini ve kâr hırsını kavramadan yangınları da anlayamayız.
Kısacası kapitalizm, hayvanların yaşayabileceği alanları korumada yapısal bir sorun taşır. Doğanın ve vahşi hayvanların yaşadıkları yerlerin bu tür müdahalelerden korunması için bu alanların nasıl korunacağına orada çalışanlar, hayvan hakları savunucuları ve bölge halkı birlikte karar vermelidir. Şirketlerin ve devletin etkisinden arındırılmış bir doğa yaklaşımının somut adımları böyle netleşebilir. Jurassic World Rebirth ise bu eleştiriyi yeniden beyazperdeye taşıyor.
(HA)
Afganistan’da 1978’de yapılan devrimi bir takım reformlar takip etti. Kadınların örgütlenmesi, kadın hakları için mücadele daha güçlendi. Toprak reformu ile topraksız köylülere toprak verildi. Eğitim ve sağlık alanlarında yapılan düzenlemeler ile her ikisine erişim kolaylaştırıldı. Kız çocuklarının eğitime daha çok ulaşabilmesi hedeflendi. Reformlar toplumsal hayatı olumlu etkilemiş olmasına rağmen yeterince hayata geçirilemedi.
ABD’nin emperyalist çıkarları açısından Asya önemliydi. Sovyetler Birliği’nin burnun dibindeki Afganistan demokratik cumhuriyet rejimi hedefiyle yeni bir yola koyulmuşken, bir de Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler içindeyken bu durum ABD’nin keyfini kaçırıp dikkatini oraya yoğunlaştırmasına neden oluyordu.
Aralık 1979’da itibaren Sovyetler Birliği’nin Afganistan’a girmesi, siyasi açıdan etki alanını genişletmesi, devrimle başa gelen iktidarın gerici güçleri zayıflatan reformlar yapması ABD açısından kaygı vericiydi. Bu nedenle resmen Carter Doktrini olarak ilan edilen, kamuoyunda “Yeşil Kuşak” adıyla bilinen antikomünist stratejisini devreye soktu.
ABD’nin emperyalist çıkarları için Orta Doğu ve Asya’daki varlığını güçlendirmesi gerekiyordu. Sovyetler Birliği ile Orta Doğu ve Asya’da yürüttüğü komünizm karşıtı mücadelenin arkasında bu nedenler bulunmaktaydı.
ABD bölgeye İslam dini üzerinden girmeyi planladı ve bunun stratejisi olan Yeşil Kuşak Projesini devreye soktu. Pakistan’da ve Afganistan’da 43 farklı ülkeden topladığı cihatçı erkeklere yıllarca silah eğitim verdi. 1982’den 1992’ye dek 35 bin cihadist Afganistan ve Pakistan’daki kamplarda, medreselerde buluşturuldu, yan yana getirildi, örgütlenmeleri için olanak ve destek sağlandı.
Farklı ülkelerden gelen cihatçıların aralarında kurdukları iletişim ağları daha sonra dünyanın başına bela olacak radikal İslamcı cihadist çeteler ve örgütler kurmalarına neden olacaktı.
Tahminlere göre bu dönemde 100 binden fazla radikal unsur Pakistan ve Afganistan’a giderek ABD’nin kontrolü altında antikomünist mücadeleye katıldı. Demokratik Afganistan Cumhuriyeti’nin yerine mücahitlerin kurduğu radikal İslamcı Afganistan kurulur. Artık lafta ABD karşıtı olsa da pratikte ABD’nin çıkarları için ve onun stratejisi doğrultusunda savaşan on binlerce Radikal Müslüman savaşçı vardı.
ABD’nin Yeşil Kuşak Projesi nedeniyle sadece Afganistan radikal İslamcılar tarafından yaşanamaz bir cehenneme (en çok da kadınlar açısından) dönüştürülmekle kalmadı, özellikle Orta Doğu bugünlere dek gelen savaşların, katliamların yaşandığı bölge olmaya devam etti. Afganistan’daki cihadist gruplar, El Kaide, IŞID, Suriye’deki HTŞ gibi radikal İslamcı örgütler ABD ve Batı’nın stratejileri ile desteklenerek güçlendirilmiş, kimi örgütler de bizzat ABD tarafından kurulmuş ya da kurdurulmuştu.
Soğuk Savaş döneminde ABD, İslam’ı bir araç olarak Sovyetler Birliğine karşı kullanma planını geniş bir coğrafyada devreye soktu. ABD’nin bu stratejisi Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından da döneme ve ihtiyaçlara uygun olarak, farklı adlandırmalarla sürdürüldü. Hala da devam etmekte.
ABD’nin Orta Doğu ve Asya’da sömürgeci çıkarları için Soğuk Savaş döneminde İslam’ı araçsallaştırması stratejisinde Türkiye’deki İslamcı yapılar ve unsular da etkili şekilde görev aldı. Bunun önemli bir nedeni Türkiye’nin NATO üyesi olması idi. Diğer neden Türkiye’nin coğrafi konumu ve yanı sıra nüfusunun çoğunun Müslüman olmasıydı. Bir diğer önemli gerekçe ise Türkiye’deki İslamcı örgütlerin ve yapıların bölgedeki diğer İslamcı gruplarla aralarında bağların, etkileşimlerin olmasıdır. Böylece ABD kendisinin giremediği, etkileyemediği grupları etkilemesi için Türkiyeli İslamcıları kullanıyordu.
Fethullah Gülen başta olmak üzere siyasal İslamcı gelenekten gelen ya da gelmeyen siyasi birçok parti başkanı ve lideri Yeşil Kuşak Projesi’nde ABD emperyalizminin çıkarları için çalıştılar.
Yine iktidarları döneminde İsrail ile en çok siyasi ve ticari antlaşmaları siyasal İslamcı iktidarların yaptığı sır değil.
Bu tutum bugün de devam etmekte. Siyasal İslamcılar için İsrail ile ticaret Gazze’nin yok edilmesi pahasına kârlı bir iş. Necmettin Erbakan’dan devamcılarına dek Yeşil Kuşak Projesi’nden destek alarak büyüyen İslamcı çevreler, tarikatlar az sayıda değil ve aktif olarak politikanın içinde gizli-açık çeşitli formlara bürünerek yer almaya devam ediyor.
Misyonunu tamamlayan Yeşil Kuşak Projesi 1990’lı yıllardan itibaren bir yandan yeni cihatçı örgütler oluşturularak, öte yandan Ilımlı İslam formuna dönüştürülerek yine ABD’nin Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Asya’daki çıkarları için şekillendirildi.
1990’lı yıllarda öne çıkartılarak yerellerde iktidara getirilen Refah Partisi “Adil düzen” sloganı ile Ilımlı İslam’ın en güzel örneğini sergiliyordu. Cihatçı, eli silahlı, ürkütücü siyasal İslam gitmiş, yerine yumuşatılmış,........
© Bianet
