80'lerde 'zaman': Şarkılar, kitaplar, filmler
Sanatı nasıl yaşarız? Şarkılar, kitaplar ve filmler hayatımıza nasıl girer, nasıl kalır ve bir gün nasıl gider? Bu yazıda, toplumsal ritme bakarak ve retrospektif bir kavrayışla bunu anlatmaya çalıştım. Darbe sonrası birçok kopuşun daha net ortaya çıktığı için, seksenler bu yazının merkezinde durmakta.
Yurtdışından gelenlerin bazıların yanında getirdikleri Yılmaz Güney kasetleri, başka adlarla evlere girer; perdeler kapanır, videonun “play” tuşu tık eder; görüntüler, 80’lerin ağır havasına karışır... On yılın ikinci yarısında İstanbul’un varoşlarında Ferhat Tunç, Ahmet Kaya, Zülfü Livaneli ve ardından Grup Yorum daha çok duyulmaya başlamıştı. Henüz 90’lara varılmamış ve radyolar, biri de Radyo Umut daha açılmamıştır; kaset hala elden ele geziyordu.
Şiwan Perwer’in sesi ara sokakların aralarından çıkıyordu. Sert ezgilerin arasında bazı otomobillerde Zeki Müren’in sesi yankılanır; hâlbuki sokaklarda aynı anda homofobik ve transfobik alaylar dolaşırdı Zeki Müren ve Bülent Ersoy aleyhine. Aynı mekân, farkı müzikle farklılaşan gençlik vardı.
Önceki kuşağın siyasallaşmasında elden ele dolaşan romanlar (Ana, Demir Ökçe vb.) temel referanstır; sonraki kuşakta bu işlevi müzik üstlenir. Kimin ilk aklına gelmişti acaba, Jack London’u okutmak? Belki de 60’ların yoğun sansür siyasetinde, muhtemelen Amerikalı olması nedeniyle ulaşımı daha kolay olduğu için önerilmiştir. Troçki, Demir Ökçe’de bu kitapta anlatılan işçi bürokrasisinin plütokrasiye omurga oluşunu abartı değil gerçekçi sayar.
Lenin ve Luxemburg dâhil devrimci Marksistlerin bile 1907 yılında finans sermayesi–işçi aristokrasisi ittifakının vahametini bu açıklıkta o dönemde öngöremediğini, ezilmiş yığınlar ile demokrasinin silindiği kast düzeni tasvirinin de faşizmin ekonomi-siyaset tekniğine erken bir işaret olduğunu vurgular. Bu yönüyle bu kitabın sayısız okumaların olduğu ülkede hiç tartışıldı mı, bilinmez. Olmadığını saymak, Türkiye’deki solun 60’lardan itibaren gittiği siyasi yönü düşünce, daha gerçekçi duruyor.
Halk ozanların siyasileşmesi ve bir hareketin müzisyeni olması 80’ler sekteye uğramış ve zaten halk ozanlığı da (köy köy at üzerinde gezen - Davud Sulari gibi) artık yoktu. Sanırım Davut Sülari kendisiyle beraber bir dönemi de kapattı. Halk ozanları bir ara "Bir hareketin müzisyeni" olma haline geçtiler. Aslında yaşanılan, bazen de müziğin fikri bastırmasıydı.
Ne kadar çok müzik, ne kadar çok müzik aralarına sıkıştırılmış kısa konuşmalar, simgeler, duygular, notlar, temaşeler kaplayınca; siyasetin düşünce alanını, olması gerektiğinden daha fazlası, sonucu ne olurdu acaba?
Dışarıda dünya gürül gürül akarken, bir kuşak arabeskleşiyordu. Konfeksiyon atölyeleri, arabeskin en güçlü kaleleriydi: yalnız orada çalışanları değil, üst komşuları, yoldan geçenleri, kapı önü merdivenlerinde oyalanan çocukları bile aynı nakaratla kuşatıyorlardı. Ekran da teyp de arabeskin saltanatı altındaydı.
“Elit romantizmi”ne sığınmadan söylenirse, halk kültürü bu kez yıpratan bir güce bürünmüştü: muğlak bir isyan ile kendinden vazgeçme hâli, yabancı dünyayı daha da yabancılaştırıyordu. Lakin bu başka bir noktaya götürüyordu meseleyi. Solun hiçbir stratejik muhasebesini yapmayanlar, iktidar mücadelesinde sınıf örgütlenmelerinin rolü ve imkanlarını neredeyse yok sayarak, suçu arabeske yükleyerek, kendini aklama çabasındaydılar.
Gündelik konuşmalar ücret, sigorta, rutubetli ve yüksek kiralı konutlardan çok, aşk ilişkilerine ve bu ilişkilerinin mağduru olan çocuklara kaydı. Annelerin ilişkileri hep bir türlü çocukları mağdur edilir sayıldı. Emrah ve Ceylan figürleri, patronuna itiraz etmeyen, koşullarını sorgulamayan, greve gidemeyen bir toplumda “sürekli mağduriyet”in simgelerine dönüştü.
Aslında erkeklik yeniden inşa eder, kocasız (kah alkolik, kah kumarcı, kah ölmüş) kalan kadın, toplumdaki baskının altında ezilir. Kendi başına bu baskıdan çıkamayarak, cinsel saldırıların kurbanı olur. 60ların iffetsiz ve "kolay" Bizanslı Hristiyan kadınlar, bu dönemde annelik vasıflarını yerine getiremeyen kadınlara dönüşür.
60’larda hala İstanbul’da ciddi bir Rum ve Ermeni nüfus vardır, 80’lere geldiğimizde Rum nüfus artık yok denilecek kadar az bir sayıya düşmüştür, Ermenilerin nüfusu da epey azalmıştı. Gözlerinin önünde, artık Hristiyan kadınlar değil, köyden şehre son bir kaç senede gelmiş, şehirleşmeye çalışan kadınlar vardır cinsiyetçi erkeklerin gözü önünde İstanbul’da.
Fark ise şudur, Hıristiyan kadınlar obje olmaktan çıkamamıştı, bir ahlaki söylemi bulunmaz, değiştirilmesi istenilen bir hareketi barındırmaz. Filmlerde orda olması bir objedir sadece. Arabesk kadınına ise, kocasız kalma, edepli ol, davranışlarına dikkat et yoksa sonun kötü olur ve çocukların seni ayıplar. Bu ayıplayan çocuklar, şimdilerde analarını ve kızkardeşlerini ayıplamaktan öteye giderek şiddet uygulamakta. Şiddet tabii ki buradan başlamadı ama kendisini yeniden meşrulaştırmak ve kitlenin fikrini şekillendirmek için harekete geçti bu yeni arabesk dalgasıyla. Özel mülkiyetin ortaya çıkışı ile beraberinden baskı ve sömürüyü sistematikleştirmesi ve süreğenleştirmesi karşımızda duruyor. (Öncesi nasıldı? Çatalhöyük neydi, nasıldı?)
Müzik ve film sadece bireysel değildi, kurumsaldı. Okul; marş, disiplin ve andlarla çerçevelenir. Hepimiz olmadığımız şeyin yemini söylerdik. Sokak; kendini sürekli yeniden üreten sertlik ve erkeklik sınavlarıyla konuşur. Kalabalık psikolojisini çoğu zaman en muhafazakâr ve en aymaz ton belirler; kurallar sahnede, itirazlar kuliste kalır. Durup dururken, insanların diline gelir, eski okul marşları, sorgulatmaz, alıştırılmıştır. Daha gür sesle ve tüm metni ile söyletilir.
Sanılır ki, okuldaki eğitim sokaktaki serseriliği bitirir. Bilinmez ki okul, sokaktaki serseriliği de üretir ve güçlendirir. Okul kendisini, bu serseriliğe karşı duruş içerisinde meşrulaştırır, kendi yapısı içerisinde ama dışlayıcı, disipline edicidir. Bilmez ki serserilik denilen şey, çekirdekte çetelik, bir çevreyi disipline etme hareketidir. En başarıları yönetici, en başarısızların serseri diye selekte eden bir okul sistemi, nasıl olurda, serserilikten bağımsız düşünülür. (Sovyetler Birliğinin ilk dönemindeki eleştirel eğitim ve sonrasında üretime dayalı disiplin arasındaki farkı hatırlatmak gerekir.)
Köyden İstanbul’a ilk gelenler, akrabalarına yakın otururdu; yıllar içinde semtler, sınıf atlamalara ve işyerlerine göre değişmeye başlardı. Şimdi bile soğan kabuğu gibi şehri saran bu yerleşme biçimi, hangi şehirlerin hangi yıllarda göç verdiğini gösterir bize.
Ermenilerde ise durum farklıdır. 1915’ten sonra İstanbul’a gelebilen Ermeniler de şehirde belirli semtlerde toplandı. Semt değiştirmiş olsalar bile genellikle bu aynı semtlerde olarak kaldılar. Müzikleri yaşasa da bir yabancılaşma içine girmişlerdi; Ermeni müziğinin derin kültürünü eksik bir şekilde sürdürdüler. Kavar (Ermenice ‘taşra’) müzikleri İstanbul’da artık dinlenmez olmuştu. Tarihin ironisi olarak, ABD’ye giden Ermenilerin çıkardığı plaklarda bu miras kendini koruyabildi -bir kısmı Ara Dinkjian’ın arşivinde (4 Ekim, Radyo Agos: ikinci kısım). Başkası da zor olurdu.
Ermeni yetimi olan Ruhi Su, sanat hayatını bu dilin dışında tamamladı. Kemani Sarkis Efendi İstanbul’dan ayrıldı ve müziğe sırtını döndü. Godimas, kış ortasında solan bir bahar çiçeği gibi ömrünü Paris’te geçirdi. Cem Karaca’nın bestelerindeki Ermeni ezgilerini ve ritimlerini fark edenler sayesinde Ermenice ile ilişkisi kurulabildi. Aram Tigran ise en çok eserini Kürtçe verdi ve mezarı Amed’den çok uzaklara gömüldü. Ermeni sanatçıların mezarları başka diyarlara düşünce, kendi kültürünü, müziğini ve dilini hep eksik anlıyorsun. Hagop Mıntzuri’nin sözünden hareketle şunu diyebiliriz: İstanbul zamanı yutuyordu. Aynı karede birlikte görünseler bile hepsi farklı zamanlarda ve mekânlarda yaşıyordu.
1970’lerde solun yoğun olduğu semtlerin 1980’lerde sağa kayışı çatışmasız gerçekleşmez; devlet baskı rejimini kurar; sol örgütler uzun süre metropollerde görünmekte zorlanır. Umutsuzluk, strateji ve taktiklerin değişen toplumsal koşullara rağmen tekrarlanmasından da beslenir. Parti–sınıf ilişkisini sağa kaydıran, “halk” kavramıyla muğlaklaştıran, geçmişle hesaplaşmayı hep erteleyen; örgütlerin ideolojik soruları sisin içinde kalır.
Merter–Bağcılar hattında sinema perdesine düşen Zeki Demirkubuz filmleri “insana dair” diye yorumlansa da, çoğu anlatı 1970’lerin örgütleri, hapishane deneyimi ve 1980’lerin arabeskleşmiş ilişkileri arasına sıkışmış hayatları taşır. Siyasetin sonucu olan durumu, siyaset olmadan anlama girişimidir, bu filmleri yarım bırakan. Filmler, müzikler, akımlar geliş gidişlerin dünyasında, kopuşlar, buluşmalar, sıçramalar, geri düşüşler, zamansızlıkları bir arada yaşarız.
(VHY / AB)
Pride & Prejudice, Atonement ve Anna Karenina gibi roman uyarlamalarının yanı sıra Winston Churchill biyografisi Darkest Hour’la tanınan Joe Wright’ın yönetmenliğini üstlendiği dizi Mussolini: Yüzyılın Oğlu (M. Il figlio del secolo), şu sıralar Türkiye izleyicisiyle buluşuyor. Dünya prömiyerini geçtiğimiz yıl Venedik Film Festivali’nde yaptıktan sonra televizyon yayınlarına başlayan 8 bölümlük mini dizi biraz gecikmeli biçimde olsa da MUBI Türkiye’de yayına başladı. Önümüzdeki haftalarda yayınlanacak son iki bölümüyle final yapacak. Dizi, 20. yüzyıl siyasal tarihinin kırılma noktalarından birisini, Benito Mussolini’nin İtalya’da iktidara gelişini hikâyeleştiriyor. Joe Wright, Antonio Scurati’nin aynı adlı “belgesel roman”ının ilk cildinden uyarladığı dizide, buradaki yazınsal fikri sinemasal ölçeğe taşıyor ve gerek tarihî anlatılar gerek biyografi dili açısından ilginç bir deneye imza atıyor. Mussolini gibi bir karakterin hikâyesinin nasıl (ve neden) anlatılabileceğine dair soruyu bugünün politik bilinci ve seyircinin zihinsel muhakemesine yatırım yapan provokatif bir yolla cevaplamaya çalışıyor.
Mussolini: Yüzyılın Oğlu’nda Mussolini hem anlatılan hem de anlatan konumunda. Sosyalist gazetecilik yıllarından Faşist Parti’yi kurmasına, iktidarı ve parlamentoyu ele geçirip diktatörlüğünü ilan etmesine uzanan yola Mussolini’nin anlatıcılığında tanık oluyoruz. Dizi, bu karanlık figürü takip ederken onun kendini seyirciye ifade etmesine izin veriyor. Başkarakterin sahne içerisinde dördüncü duvarı yıkıp doğrudan bize hitap ettiğine, etrafta olan biteni açıkladığına ya da yorumladığına tanık oluyoruz. Bu eşlik ilişkisi bazen ironik bazen de........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Sabine Sterk
Stefano Lusa
Mort Laitner
Ellen Ginsberg Simon
Gilles Touboul
Mark Travers Ph.d