6-7 Eylül üzerine: Hafızanın ilk adımı isimdir!
Kurbanların adlarını bilmediğimizde, onların hikâyeleri zamansız bir sisin içinde kaybolur. Dilimizde yer etmiş devlet‑merkezli adlandırmaları terk etmek ve kurbanları kendi isimleriyle anmak, Türkiye’de hatırlamanın asgari etiğidir. Geçen yazımda, insanların, diğer canlıların ve şeylerin ortak adlandırılmasının dilde olmadığını belirtmiştim. İsimler bile insanlar için özel bir konumda iken, katliamların kurbanlarının isimleri neden bize meçhul kalmakta?
6–7 Eylül’ün 70. yılı vesilesiyle şu yalın soruyu sormak yerinde: 1955 yılındaki pogromda öldürülen, sürülen, (cinsel) saldırıya uğrayanlardan birinin adını hemencecik söyleyebiliyor muyuz, hikâyesini anlatabiliyor muyuz? Cevap toplumsal hafızada ve birçoğunda çoğu zaman hayır. Bu “isimsizlik” yalnızca bilgisizlik değil; kurbanları kişisellikten ve tarihsellikten koparan bir zamansızlık duygusu üretir. İktidarın zaman ayarlamasıdır bu. Sanki vakalar “çok eski bir zamanda, çok uzak bir mekânda” yaşanmış, “isimsiz ve tanımsız insanların” başına gelmiş gibi görünür. Oysa isim, hikâye ve yüz, faillik kadar mağdurluğu da tarihle bağlar. Öyle ki bu pogrom duyulduğunda bile, iktidar zihniyeti bunu görmez, duymaz, algılamazlar, hissetmez, başlar bahane üretmeye ve geçiştirmeye.
Birçok insanın öldürüldüğü katliamlarda, insanların ismi geri plana atılır çoğu zaman, kurbanların ortak bir hafızada anılması amaçlanır, bu anlaşılır bir durumdur. Lakin inkar siyasetinin bu kadar yoğun olduğu dönemlerde, insanlara ölenleri kendi isimleri ile hatırlatmak, inkarcı unutturmaya karşı önemli bir adım. Cumartesi annelerinin, tüm kayıpların her hafta isimlendirmesi, isim hatırlatmanın ne kadar önemli olduğunu bize gösteriyor.
Alevi “gayri‑Sünni”, Kürt’te gayri-Türk, kadın “gayri‑erkek” olmadığı gibi Hristiyan da “gayri‑Müslim” değildir. Bu tür eksiltmeli adlandırmalar, çoğu kez arşiv ve vergilendirme rejimlerinden miras kalan bir devlet dilinin tortusudur. Hatırlamanın ilk adımı, bu dili sorgulamak ve insanları kendi adlarıyla anmaktır. 6–7 Eylül’ün kurbanları, Hristiyan Rumlar ve Ermeniler ile Yahudi nüfustu; dolayısıyla “gayrimüslim” gibi, kişileri kimliklerinden soyutlayan üst başlıkları kısıtlayıp terk etmek gerekir.
“Türkiye’deki Hristiyan nüfus için ‘gayrimüslim’ diyenlerin, Almanya’daki ve Avrupa’daki Müslüman nüfus için de ‘gayri‑Hristiyan’ kavramını kullandığını hiç gördük mü? Tutarlı olsalar bu şekil kullanırlardı.’’
Lozan Antlaşması (1923) ile Türkiye’de yaşayan Hristiyan ve Yahudi cemaatlerine “azınlık” statüsü tanındı. Ancak bu kavramın bağlamı dışında ve genellemeci biçimde kullanımı, toplulukları sanki başka bir grubun “azınlığı”ymış gibi tarif etmeye götürüyor; bu baştan yanlıştır. Lozan’daki “azınlık” koruma rejimi, devlete karşı belirli kültürel/dinsel hakları güvenceye alır; bir topluluğu bir başkasının “azınlığı” olarak hiyerarşik biçimde tanımlamaz. Burada ortaya çıkan gerçek ise şudur: Türkiye’de herkes aynı anayasal çerçevede eşit hak öznesi değildir.
Siyasal olarak şu soruyu sormak gerekir: Azınlık kimdir, çoğunluk kimdir? Bu, Türkiye ve Osmanlı örneklerinde, böylesi ilişkileri devletin zapturapt altına alarak belirleme siyasetinin inkârı anlamına da gelir. Toplumların birbiriyle olan statüsü, devlet üzerinden belirlendiği için, buradaki istatistikleri sorgulamadan ele almak, devletin yarattığı gerçekliğe destek vermektir.
Kurbanların isimlerinin bilinmemesi ve hafızaya taşınmaması, zamansızlık duygusunu besler. Sanki isimlerini öğrenemeyeceğimiz kadar eski, zamanımızın çok ötesinde bir zamanda ve mekânda yaşanmış; isimsiz ve tanımsız insanların başına gelmiş bir olaymış gibi algılanmasına yol açar. İsim verebilmek bir politik haktır ayrıca. Şu an, ölülerimize isim vermemiz (hatırlatarak, gün yüzüne çıkararak, toplumsal hafızayı güncelleyerek), bizi proletarya kelimesinin ilk çıkış dönemindeki mücadelesine geri gönderir.
Jacques Rancière, Proletarius’un, Romalı bilginler tarafından, arkaik kullanımda ‘soy/nesep’ anlamına gelen proles’ten geldiğini keşfettiklerini belirtiyor. Roma’nın ilk çağında bu terim, yaşayan ve çocuk yapan ama onlara kent içinde bir ad, kimlik ya da simgesel statü vermeyen erkekleri ifade eder. Çocuklarına isim veremeyenler, onları isimsiz kalmasına mecbur kalanlar ile, kurbanların isimsiz olmasına mecbur kalanlar, tarihin akışında aynı hak mahrumiyetinde buluştular.
Fotoğraflara bakmak bile şunu gösterir: Türkiye’de azınlıklara, inanç gruplarına ve muhaliflere yönelen şiddet farklı dönemlerde farklı biçimler alsa da, mağduru anonimleştiren ortak bir dil ve pratik üzerinden ilerler. 6–7 Eylül (1955) ile Madımak (1993) arasındaki bağ, devlet eliyle hareket geçirilen, desteklenen, önü açılan güruhların şiddet yöntemlerinin benzerliğini ortaya koymakla kalmıyor, kendi içinde düşmanlaştırmayı nasıl canlı tutuğunu gösteriyor. Bu nedenle, iki olayı yan yana düşünmek, Türkiye tarihini anlamanın en yalın yollarından biridir.
Madımak’ta hayatını kaybeden birçok kişinin ismini sayabiliyoruz, lakin Çorum, Maraş, Dersim 1938’de kurbanlarının isiminleri sayamıyoruz. Dersim38’de toplumsal hafıza Seyid Rıza’nın ismini tanımaktadır. Kadın olarak ise Zarife’nin ismini bilinmektedir. Halbuki binlerce insanın ölümünün arkasındaki insanların hikayeleri ve isimleri var. 1915 soykırımında hayatını kaybeden kaç kişinin ismini biliyoruz, kaçının hikayesini tanıyoruz mesela? Toplumsal hafıza, bu katliamlar konuşulduğunda, insanların hatırladığı isimleri ve hikayeleridir, özel bir duruma ve çabaya gerektirmeden, bilebildikleridir. Tek tek isimlerin hepsini öğrenebilmek ne yazık ki mümkün olmasa da, bu isimlerin öğrenilmesi, hikayelerinin açığa çıkarılması için, toplumsal değişimler için talepler haline gelmesi gerekli.
Hatırlama, dilde başlar. Kurbanları “gayrimüslim” gibi devlet‑merkezli bir etiketin içine hapsetmek yerine, kendi adlarıyla anmak; mümkünse yüzlerini, seslerini ve hikâyelerini kamusallaştırmak zorundayız. 70. yılda soruyu yineleyelim: 6–7 Eylül’ün kurbanlarından birinin adını söyleyebiliyor muyuz? Eğer cevap hâlâ hayırsa, yapılacak iş bellidir: İsimleri bulmak, yazmak, söylemek ve yaşatmak.
(VHY/AB)
‘Komisyon’un kelime kökenine baktığımızda Fransızca ile bağlantılı, bir işle görevlendirilen heyet anlamı taşıyor. Komite de denebilir. Tekil anlamıyla ‘Komi’ bir işle görevli kimseden geliyor. ‘Komi’ye bir misyon yüklemek işi çoğul kılmış o kadar…
Adı üzerinde halen daha ortaklaşma yaşanmamış komisyonda, 400’ün üzerinde kurum, kuruluş, şahsiyetin dinlenmesi partiler tarafından önerilmiş ancak çağrılanların sayısının oldukça düşük olduğu izlenmektedir.
Kamuoyunda tartışma yürütenler, uzatma opsiyonlu komisyonun 5 aylık çalışma süresince bu kadar uzun dinlemelerin olmasının iktidar tarafından bir oyalama taktiği olduğunu öne çıkarmaya çalışmaktadır.
Başka bir karşıt argüman ise komisyonun çalışma süresinin kısa tutulması halinde bir oldu bittiye getirilme riski ile birlikte, sorunu sadece PKK’nin silah bırakması üzerine -iktidarın deyimiyle terörsüz Türkiye söylemine sıkıştırıp- dar bir kapsamda birkaç yasal düzenleme ile kapatma niyetinin........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Sabine Sterk
Stefano Lusa
Mort Laitner
Mark Travers Ph.d
Ellen Ginsberg Simon
Gilles Touboul