menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Cannes’dan Ayvalık’a: Kayıplar, yas ve yolculuk

16 0
20.09.2025

Seyir Derneği tarafından Ayvalık Belediyesi işbirliğiyle düzenlenen Ayvalık Uluslararası Film Festivali, ikinci gününü geride bıraktı.

Festivalin ikinci gün programında “İki Savcı”, “Düşüşün Tınısı”, “O da Bir Şey mi”, “Biz Radyoyu Çok Sevdik”, “12 Maymun”, “Mutluluk”, “Aynalar No: 3” ve “Sirāt” gibi filmler seyirciyle buluştu.

Birçok seans için biletler tükendi, gösterimlerin ardından bazı ekipler seyircilerin sorularını yanıtladı.

Fabrika Ayvalık’ta gösterilen Biz Radyoyu Çok Sevdik, 1970’lerde TRT’de çalışan kadın radyocuların hikâyelerini aktardı. Yönetmenler ve katılımcılarla yapılan söyleşi, Türkiye’de radyoculuk tarihine dair anılarla sürdü. Yönetmen Özden Cankaya, filmin ruhunu şöyle aktardı:

“Yaptığımız meslek için gerçekten anlattığımızdan da öte bir sevgi duyuyorduk. Toplumla kucaklaşmamız, toplumu daha yakından tanımamız bu meslek sayesinde oldu. Ondan sonra akademik yaşamda ilerledim, profesör oldum ama duygusal olarak ben o programcılık günlerimi çok büyük bir özlemle, aşkla anıyorum. Beni çok beslediğini, beni ben yaptığını düşünüyorum.”

Festivalin merakla beklenen yapımlarından Pelin Esmer’in “O da Bir Şey mi” filmi de yoğun ilgi gördü. Gösterim sonrası Esmer, başrol oyuncusu Merve Asya Özgür ve ekip üyeleri seyircilerden gelen soruları yanıtladı.

Festivalin ikinci gününde öne çıkan yapımlar arasında ise Christian Petzold’un 78. Cannes Film Festivali'nin Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünde dünya prömiyerini yapan “Aynalar No: 3” ve Oliver Laxe’ın Cannes’da Jüri Ödülü kazanan “Sirāt” filmi yer aldı.

21. yüzyıl Berlin Okulu’nun öne çıkan isimlerinden Christian Petzold’un sinemasında yaz mevsimi, çoğu zaman sıcaklığıyla değil, karakterlerinin mesafesiyle gelen serinlikle hatırlanır. Bahçelerde ya da verandada şarap eşliğinde uzayan sofralar, dışarıdan bakıldığında huzurlu ve keyifli bir atmosfer sunsa da, aslında ilişkilerin tedirgin biçimde sürdüğü zeminlerdir. Yönetmenin Jerichow, Barbara ve Afire filmlerinde de karşımıza çıkan bu iklim, Petzold’un son filmi Miroirs No. 3 (Aynalar No: 3) için de aynı kaygan zemini oluşturur. Ancak bu kez, anlatının derininde kayıp ve yas süreçleri vardır.

Laura (Paula Beer), Berlin’de genç bir piyano öğrencisidir ve filmin hemen başında anlayabileceğimiz üzere, sevgilisi Jakob ile aynı dünyaya ait değildir. Laura’nın ayaklarını sürüyerek çıktığı yolculuk, hikâyenin tonunu bir anda değiştirir. Yönetmen ise Laura ve sevgilisinin başına gelen felaketin nasıl olduğuna dair izleyiciye neredeyse hiçbir açıklama sunmaz.

Yolculuğuna bir müddet sonra tek başına devam etmek zorunda kalan Laura, hiç tanımadığı Betty’nin (Barbara Auer) evine sığınır. Yaşamdan, zamandan ve mekândan kopuk bu soğuk; ama şaşırtıcı bir şekilde insana güven de veren evde, Laura ve Betty bir yoldaşlık ya da “ikâme” ilişkisi geliştirir. Betty, Laura’ya zaman zaman başka bir isimle seslenir. Laura’nın giydiği kıyafetler, bindiği bisiklet ve çaldığı piyano, Betty’nin dünyasına sızmamızı sağlar. Betty’nin kocası Richard’ın nazik mi yoksa kaba mı olduğuna karar veremediğimiz tavırları ve oğlu Max’in her an birinin başına kötü bir şeyler gelecekmiş gibi süren davranışları, ailecek yaşadıkları travmanın farklı tezahürlerini açığa çıkarır.

Film ilerledikçe ev, yas ve melankoli ayrımına gönderme yapan bir sahneye dönüşür. Petzold’un kamerası, gündelik hayatın ayrıntılarında yasın katmanlarını yakalar. Betty’nin ısrarıyla çalınan bir Chopin parçası, bir karakterin anısını diğerinin geleceğiyle buluşturur. Ancak bu dinginliğin ortasında aniden patlayan bulaşık makinesi gibi detaylar, izleyiciye kaybın asla tam anlamıyla evcilleştirilemeyeceğini hatırlatır. Ve tüm bu ilişkiler, yönetmenin hünerli ellerinde bir ayna oyununa dönüşür. Her karakterin kendini bir başkasında gördüğü; ama asla tam anlamıyla tanıyamadığı film, Petzold’un kariyerinin büyük dönemeçlerinden biri olmasa da, incelikli anlatımıyla tam bir Petzold filmi.

Sırat Köprüsü (el-Sırât), İslam inancında kıyamet günü insanların geçeceği, cennet ile cehennem arasındaki ince ve kırılgan köprü olarak tanımlanıyor.

Fransız-İspanyol yönetmen Oliver Laxe’ın, 78. Cannes Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’nü kazanarak büyük çıkış yakalayan filmi Sirāt, adını tam da buradan alıyor. İspanya tarafından 2026 Akademi Ödülleri’nde En İyi Uluslararası Film dalında yarışmak üzere resmî aday olarak seçilen filmin yapımcılarından biri Pedro Almodóvar.

Film, Luis (Sergi López) ve küçük oğlu Esteban’ın (Bruno Núñez Arjona) Fas çöllerinde çıktığı uzun ve zorlayıcı yolculuğu anlatıyor. Luis’in yola koyulmasının nedeni ise yaklaşık beş aydır kayıp olan kızı Mar’ı bulma isteği. Luis, Mar’ın en son, çölde düzenlenen bir rave partide (elektronik dans müziği veya techno, house gibi türlerin çalındığı, genellikle uzun süren ve katılımcıların dans ederek eğlendiği büyük partiler) görüldüğünü öğrenir ve onu bulmak için elindeki “Aranıyor” ilânlarıyla bu partilerin izini sürer. İkilinin –hatta köpek Pipa’nın dahiliyle üçlünün– yolculukları, zamanla hem fiziksel hem de ruhsal bir sınav haline gelir.

Luis ve Esteban’ın çöldeki bir diğer rave partiye geçmelerine kısa bir süre kala, askerler bulundukları partiyi basar ve tahliye emri verir. Tahliye sırasında askerlerden kurtulan ekibin peşinden giden Luis, onlarla yola devam etme konusunda tüm gücüyle ısrar eder. Luis’in inadı sayesinde aralarına katıldığı gençlerin hiçbiri onu ya da kızını tanımaz. Daha sonra çölde ilerleyen ekibin arabasından yükselen cızırtılı radyo haberlerinden anlarız ki egemenler, Üçüncü Dünya Savaşı için kolları sıvamıştır.

Bir müddet sonra Mar’ın kaybının yerini, techno ritimleriyle beslenen bir yolculuk alır. Çöl koşulları ve arabalarının bu koşullara uyum sağlayamaması nedeniyle Luis ve Esteban’ın bilinmezliğe sürüklendiği bu yolculuk, izleyiciyi film boyunca uçurumun kenarında tutar. Kangding Ray tarafından bestelenen film müzikleri ve Mauro Herce Mira’nın sinematografisi ise sizi bu hayvan dostu kâbusun içine gittikçe daha çok çeker.

Film, beklenmedik bir trajediyle izleyiciyi aniden sarsar. Laxe, bu andan sonra filmini eksiltmeden devam edebilmek için, deyim yerindeyse en temel varoluş ve sinema kurallarını bükerek yoluna devam eder. Ve bunu yaparken her sahnede, izleyiciye başka bir yük bindirir. Yönetmen, çölün acımasızlığından ve rave partilerin kaotik enerjisinden faydalanarak izleyiciyi bir labirentin içine hapseder ve onunla adeta, bir çocuğun hamuruyla oynadığı gibi oynar. Bu büyüleyici kıyamet senaryosunun tek huzursuz edici yanı ise Laxe’ın fazla kaderci yaklaşımıdır.

21 Eylül’de sona erecek festivalin programının detayları için buraya tıklayın. (TY)

İranlı yönetmen Cafer Panahi’nin 2025 yapımı “It Was Just an Accident” filmi, 78. Cannes Film Festivali’nde kazandığı Altın Palmiye (Palme d’Or) ile uluslararası sinema dünyasında büyük yankı uyandırdı.

Trajik bir araba kazasıyla başlayan film, İran’daki muhaliflerin ve siyasi mahpusların yaşadığı baskılara odaklanıyor.

Türkiye prömiyerini dün (17 Eylül) Ayvalık Uluslararası Film Festivali’nde yapan film, İran, Fransa ve Lüksemburg ortak yapımı. Panahi, 2023’te cezaevinden tahliye edilmesinin ardından çektiği ilk filmde, resmî izinler olmadan çalışarak İran rejimini daha sert bir dille eleştiriyor. “It Was Just an Accident”, önceki filmlerindeki........

© Bianet