4. Ayvalık Uluslararası Film Festivali başladı
Seyir Derneği ve Ayvalık Belediyesi işbirliğiyle düzenlenen 4. Ayvalık Uluslararası Film Festivali, dün akşam (16 Eylül) Büyük Park Amfitiyatro’da gerçekleştirilen açılış töreniyle başladı.
Açılış töreninde konuşan Festival Direktörü Azize Tan, dijital teknoloji ve sanatı bir araya getirerek “deneysel sanat” akımına öncülük eden ve 23 Nisan 2025’te hayatını kaybeden Teoman Madra’nın ilham verdiği festival afişinden bahsederek “Başından itibaren Ayvalık gibi kendine özgü karakteri olan bir festival yapmak istedik. Sanıyorum yıllar içerisinde de bunu başardık,” dedi.
Bini aşkın seyircinin katılımıyla gerçekleşen törende, Diageo Türkiye’nin katkılarıyla verilen “Yeni Bir …” Ödülü’nün sahibi de açıklandı. Serra Yılmaz, Nermin Er, Tolga Karaçelik, Ayris Alptekin ve Hasan Nadir Derin’den oluşan seçici kurul, “Ölü Mevsim” filminin yönetmeni Doğuş Algün’e “Yeni Bir Yönetmen” Ödülü verdi.
• İlk gösterimi geçtiğimiz yıl Adana Altın Koza Film Festivali’nde gerçekleşen ve En İyi Senaryo, En Kadın Oyuncu, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dallarında ödül kazanan ve bir ailenin trajik bir kayıp sonrasında yaşadıklarını ele alan film, yılın öne çıkan yerli filmlerinden.
Festivalin açılışından önce gerçekleşen buluşmada konuşan Ayvalık Belediye Başkanı Mesut Ergin de “Ayvalık Uluslararası Film Festivalimiz, Türkiye’nin önemli kültür-sanat etkinliklerinden biri olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Kısa sürede elde ettiğimiz saygınlık ve uluslararası nitelik, Ayvalık ve Ayvalıklılar için büyük bir gurur kaynağı. Festivalimizin dört yıldır titiz bir şekilde hiçbir aksaklığa fırsat vermeden yapılması için çırpınan; emeği geçen tüm paydaşlarımıza, destek veren kurumlara ve bizlerle birlikte bu heyecana ortak olan değerli sanatseverlere çok teşekkür ediyorum,” dedi.
Önümüzdeki beş gün boyunca toplam 65 filmin gösterileceği festival, 21 Eylül’de sona erecek.
Festivalin açılışını, 78. Cannes Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’nü kazanan ve Oslo, 31 Ağustos (2011), Thelma (2017) ve Dünyanın En Kötü İnsanı (2021) gibi filmleriyle tanınan Norveçli yönetmen Joachim Trier’in (51) son filmi Manevi Değer (Sentimental Value) yaptı.
Türkiye’de ilk kez Ayvalık Film Festivali’nde gösterilen; Eskil Vogt’un kaleme aldığı katmanlı aile dramı, bir babanın çocuklarıyla kurduğu ya da kurmadığı ilişkiye odaklanıyor.
Filmin merkezinde yönetmen Gustav Borg (Stellan Skarsgård) ile oyuncu kızı Nora (Renate Reinsve) arasındaki çatışmalı ilişki var. Yüzyıllardır edebiyatta, mitolojide ve psikanalizde farklı biçimlerde işlenen baba-kız anlatısının modern bir yorumu olan film, babaları tarafından terk edilen iki kız kardeşin yaşamlarının kritik bir dönemine tanıklık etmemizi sağlıyor.
Gustav, kariyerini ve çoğu zaman “özel hayatını”, ailesinin önünde tutmuş ve bir süre sonra kızları Nora ile Agnes’i terk etmiş bir baba. Çocuklarının annesinin cenazesiyle açılan film, aynı zamanda Gustav’ın eve dönüş hikâyesini yeniden yazma çabasını konu alıyor. Manevi Değer’de Nora’nın çöküşünün kaynağı uzağında değil, yanı başındaki narsisist babasında saklı. Gustav’ın ortaya çıkışı da öylesine değil. Annelerinin vefatından sonra çocuklarının hayatına yine kendi isteğiyle –yeni bir film projesi olduğu için– giren Gustav, filmin başrolünde Nora’nın yer alması için elinden geleni yapar. Gustav’ın dünyası o kadar kendi etrafında döner ki, neden onu terk ettiğine dair bir açıklama dahi yapmadığı kızına bıraktığı tek bir sesli mesajda “Artık seninle yüz yüze konuşmamızın zamanı geldi,” diyebilir. Oysa Nora, bu kasvetli zaman diliminde intihar girişiminde bulunacak kadar ağır bir çöküş yaşamıştır. Ve ne yazık ki ailenin ilk, dolayısıyla büyük çocuğudur. Nora’dan daha “sağlıklı” görünen Agnes ile yaptığı konuşmasında anlarız bunu: “Ben böyle bozukken, sen nasıl normal oldun?” Agnes, bu soruya yanıt verirken ablasının hakkını o denli şefkâtli bir şekilde teslim eder ki, kardeşliğin büyüsü bir anda etrafınızı sarar: “Sen kimseyi sevmiyor değilsin. Annem düştüğünde bana sen baktın, beni okula götürdün, saçımı taradın.”
Babasıyla ilgili bagajı Agnes’ten daha dolu olan Nora, babasını affetmeye hazır değildir ve projeyi reddeder. Ancak Gustav pes etmez, rolü Amerikalı yıldız Rachel Kemp’e (Elle Fanning) verir ve Kemp’i de Nora’ya dönüştürmekten geri durmaz. Ondan tıpkı Nora gibi saçlarını kahverengiye boyamasını ister, çekiciliğini devreye sokarak yönlendirici ve yargılayıcı tavırlarıyla onu her provada yeniden biçimlendirmeye çalışır. Bu yeni ilişkide, hakiki olan yalnızca Kemp’in senaryo üzerinde yoğunlaştığı sahnelerdir. Trier burada izleyiciyi Gustav’ın dünyasına, hatta ince bir hamleyle “tarafına” çekerek, baba figürünün gölgesinde gelişen yeni bir evren yaratır. Şimdi kendimizi, Gustav’ı da anlamak için II. Dünya Savaşı sürecinde anti-Nazi propagandası yapmakla suçlanan annesinin gözaltına alınıp tutuklanması, işkence görmesi ve sonunda intihara sürüklenmesi hikâyesinin içinde buluruz. Böylece kişisel hikâye, kuşaklar arası travmaların izlerini taşıyan tarihsel bir bağlama yerleşir. Borg ailesinin evi ise temeline kadar uzanan çatlağıyla hikâyenin en güçlü metaforlarından biridir. Böylece Trier, bize affetmenin farklı yolları olabileceğini, yeniden başlamak için yıkımın ise her zaman gerekli olduğunu gösterir. Ya da en azından göstermeye çalışır.
Çünkü nihayetinde Manevi Değer, tüm bu ağır yüklerin ardından baba ile kızı yeniden yan yana getirdiği, hatta onları bir şekilde barıştırdığı için sorunlu bir noktaya düşer. Vogt ve Trier’in, Gustav’ın yıllarca süren terk edişini, kibirli sessizliğini ve çocuklarının intihar girişimine kadar varan çöküşünü adeta bir film setinin duygusal terapisine indirgemeleri, sorumluluğunu hafifletir. Türkiye sinemasından da tanıdık olduğumuz bu yaklaşım, patriyarkal figürlerin yarattığı derin yaraların sanatsal üretim aracılığıyla ya da kısa süreli bir yakınlığın ardından kolayca onarılabileceği yanılsamasını beraberinde getiriyor. Oysa Nora’nın taşıdığı travma, birkaç replik ya da estetik bir film setinin ötesinde, belki de telafisi olmayan bir yıkımın izlerini barındırıyor. Bu nedenle film, yüzleşmeyi gerçek bir hesaplaşmaya dönüştürmek yerine, baba figürünü yeniden merkezileştiren bir anlatıya kapı aralıyor.
Festivalde farklı bölümlerde gösterilecek yapımların yanı sıra filmlerden esinle oluşturulan başlıklar etrafında söyleşiler, konuşmalar da düzenlenecek.
Öte yandan; Cafer Panahi, Christian Petzold, Kelly Reichardt, Richard Linklater, Dardenne Kardeşler, Sepideh Farsi, Kirill Serebrennikov, Rebecca Zlotowski, Oliver Laxe, Ari Aster, Mascha Schilinski, Diego Céspedes ve Huo Meng başta olmak üzere pek çok yönetmenin son filmleri de dünya prömiyerlerinin ardından Türkiye’de ilk kez Ayvalık Uluslararası Film Festivali’nde gösterilecek.
Türker Süer, Pelin Esmer, Emine Yıldırım, Gürcan Keltek, Rezan Yeşilbaş ve Tolga Karaçelik de son filmleriyle Ayvalıklı izleyicilerle buluşacak. Deniz Türkali, Lale Mansur, Barış Gönenen, Ezgi Çelik, Merve Asya Özgür, Nazmi Kırık, Selin Yeninci, Selen Uçer, Gizem Bilgen, Ece Dizdar, Deniz Cengiz ve daha pek çok yönetmen, oyuncu, yapımcı........





















Toi Staff
Gideon Levy
Sabine Sterk
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Mark Travers Ph.d
Ellen Ginsberg Simon
Gilles Touboul
Gina Simmons Schneider Ph.d