menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Tam da şimdi daha fazla demokrasi zamanı

11 1
10.07.2025

Ekim 2024'ten itibaren, uluslararası politik gelişmelerin ve demokratik Kürt hareketinin uzun yıllara yayılan mücadelesinin etkisiyle Türkiye’de Kürt sorununa ilişkin yeni bir barış süreci başlamış durumda. Ancak süreç, hem yavaş hem de geniş toplum kesimlerini ikna etmekten uzak bir biçimde ilerliyor. Demokratik Kürt hareketinin lideri Abdullah Öcalan’ın devlet tarafından 'kurucu önder' olarak tanımlanması ve kendisine uzun yıllardır uygulanan hukuksuz tecridin kaldırılması, elbette önemli birer adım olarak değerlendirilebilir. Ne var ki bu gelişmelere rağmen süreç, Türkiye’nin demokrasi standartlarını yükseltme ve sistemi daha kapsayıcı, katılımcı bir yapıya dönüştürme hedefinden oldukça uzak, dar ve sınırlı bir çerçevede yürütülmektedir.

Bu kısıtlı yaklaşımın temel nedeni ise, devletin barış sürecine dair söylemini yalnızca tek bir boyuta indirgemesi ve kamuoyunu bu çerçevede şekillendirme çabasıdır. AKP-MHP iktidar bloğu, Kürt sorununu yalnızca “terör” ve “güvenlik” ekseninde tanımlayarak topluma sunmakta, bu da gerçek niyetin kalıcı barışı tesis etmekten çok uzak olduğu yönündeki şüpheleri derinleştirmektedir. Oysa kalıcı bir barışın sağlanabilmesi için, Kürt halkının dil ve kimlik haklarından başlayarak, son 40 yılda yaşanan ağır insan hakları ihlallerine kadar birçok alanda –hukuksal, siyasal, sosyal ve kültürel– radikal reformların hayata geçirilmesi gerektiği açıktır.

Türkiye'nin tüm coğrafyasını kapsayan kalıcı bir barış ve eşit vatandaşlık temeli üzerine inşa edilecek demokratik bir toplum isteniyorsa, etnik, inançsal ve cinsel kimlikleriyle her bireyin kendini eşit bir vatandaş olarak hissedeceği, anayasa güvencesine dayanan hukuksal düzenlemelere gitmek zorunludur. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun hemen öncesinden bugüne, devletin ve onun kışkırtmalarıyla Türk-Sünni Müslüman olmayan halklara ve inanç gruplarına karşı işlenen büyük insanlık suçları, soykırımlar, kırımlar, pogromlar ve hâlâ devam eden ayrımcı politikalarla yüzleşmek kaçınılmazdır. Kadınlar ve LGBTİ lar, her gün şiddet ve ayrımcılığa uğramaya devam ediyor; bu durumu önleyici politikaların acilen geliştirilmesi gerekmektedir.

Demokrasiyi her beş yılda bir yapılan seçimlerden ibaret görmek, demokratik bir toplumun anayasa düzeyinde her vatandaşı eşit kılacak kapsayıcı boyutunu göz ardı etmek demektir. İktidarın ve muhalefetin eşit haklarla rekabet edebileceği bir siyasi düzen kurmak, demokrasi için bir gerekliliktir. Ancak ne yazık ki, şu anki iktidarın en büyük sorunu, bu anlayışı içselleştirmemiş olmasıdır. Ana muhalefet partisi CHP ve diğer siyasi aktörlere yönelik artan hukuk ihlalleri ve baskılar karşısında, dünya görüşlerimizin farklılığına rağmen, adaletsizliğe ve haksızlığa karşı durmak tarihsel bir yükümlülüktür. Buna ilaveten, 2010’lardan itibaren Türkiye’de düşünce özgürlüğü, basın özgürlüğü1 ve akademik özgürlükler2 büyük bir gerilemeye uğramış, güçler ayrılığı ilkesinin ise neredeyse ortadan kalktığı açık bir şekilde görülmüştür.3 Bu durum, ülkenin demokratik yapısını ve hukukun üstünlüğü ilkesini ciddi şekilde zayıflatmaktadır. Bu temalar, bir an önce tartışılması gereken ve derinlemesine ele alınması gereken kritik sorunlardır. Türkiye'nin toplumsal barışını ve demokrasisini sağlıklı bir şekilde inşa edebilmesinin önündeki tarihsel ve güncel temel ise kanımca şu altbaşlıklar altında özetlenebilir:

Gayrimüslim halklara yönelik soykırımlar ve ayrımcı uygulamalar, Türkiye tarihinin karanlık köşelerindedir ve bunlarla yüzleşmek, yalnızca adaletin sağlanması değil, aynı zamanda toplumsal barışın inşa edilmesi için de elzemdir. 1914’te ülke nüfusunun yüzde 30’una yakınını oluşturan Ermeni, Rum ve Süryani halklarına 1914-1922 yılları arasında uygulanan soykırım, Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar süregeldi. Bu halklara karşı işlenen insanlık suçları ve yasal düzeyde devam eden haksızlıklar, tarihsel bir yüzleşmeyi zorunlu kılmaktadır.

Örneklerle özetleyecek olursak: 1934’te Trakya’da Yahudi pogromu4, 1942-43 yılları arasında gayrimüslimlere uygulanan Varlık Vergisi5, bu vergiyi ödeyemeyenlerin Erzurum Aşkale’ye zorunlu çalışma kamplarına gönderilmeleri, 6-7 Eylül 1955’te İstanbul, İzmir ve Ankara, Urfa, Mardin, Midyat’ta gayrimüslimlerin işyerlerinin ve evlerinin yağmalanması, kiliselerin yakılması ve otuzdan fazla insanın yaşamını yitirmesi6 1964’te İstanbul’da 12 bin Rum’un Kıbrıs olayları bahanesiyle Yunanistan’a sürülmesi, 1974’te Yargıtay’ın verdiği kararla gayrimüslüm vakıflarının 1936’dan sonra elde ettikleri mallara el konulması7, 2007’de, 1915 sonrası kamusal alanda en tanınmış Ermeni entelektüel Hrant Dink’in öldürülmesi8 2020’de Ayasofya’nın müzeden camiye dönüştürülmesi9, halen okullarda gayrimüslimlerden "yabancı" ve "ülkenin çıkarlarına karşı faaliyet gösteren" gruplar olarak bahsedilmesi10 1915’teki Ermeni Soykırımı'ndan söz edilmesinin hapis cezasıyla cezalandırılması11 tüm bu tarihsel travmaların üzerini örtme çabası, ülkedeki adaletsizliğin ve önyargıların derinliğini göstermektedir.

Türkiye'de sayıları on milyonları bulan ve Sünni İslam'dan sonra ülkenin en büyük inanç grubu olan Aleviler, Cumhuriyet tarihi boyunca çeşitli kırımlar ve ayrımcı politikalara maruz kalmıştır. Bu mağduriyetlerin başlıcaları şunlardır: 1937-38 yıllarında gerçekleşen Dersim Katliamı'nda on binlerce Alevi, acımasız koşullar altında büyük bir soykırıma uğrayarak hayatını kaybetmiştir. 1978'in Aralık ayında, Maraş'ta yüzden fazla Alevi linç edilerek öldürülmüştür. Üzerinden 46 yıl geçmesine rağmen, bu trajik olayın Maraş'ta gerektiği şekilde anılması hâlâ sağlanamamaktadır. 1980 Temmuzu'nda, Çorum'da 57 Alevi yurttaş katledilmiş; 1993'te, 2 Temmuz tarihinde Pir Sultan Şenlikleri'nde çoğunluğu Alevi olan 33 aydın, yakılarak öldürülmüştür. 1995'te İstanbul'un Gazi Mahallesi'nde çıkan olaylarda 17 Alevi yurttaş hayatını kaybetmiştir.12 Son olarak, 2013 yılında gerçekleşen Gezi Olayları'nda, polis şiddeti sonucu hayatını kaybeden 12 yurttaşın tamamının Alevi olması, bu sorunun derinliğini ve sürekliliğini açıkça gözler önüne sermektedir.

Buna ilaveten, Aleviler devlet düzeyinde ayrı bir inanç grubu olarak görülmemekte ve zorla Sünni İslam'a asimile edilmeye çalışılmaktadır. Alevi köylerine zorla cami yapılmaya çalışılması, devlete diğer yurttaşlar gibi vergi ödedikleri halde Diyanet İşleri'nde temsil edilmemeleri, birçok Alevi'nin ibadet yeri olarak gördüğü cemevlerinin inşası ve bakım ihtiyaçları konusunda devletten herhangi bir yardım almamaları, tarihte büyük Alevi katliamı yapmış Osmanlı padişahlarından Yavuz Sultan Selim'in adının İstanbul'daki üçüncü köprüye verilmesi, devletin Alevilere ayrımcı ve dışlayıcı bakışını net bir biçimde gözler önüne sermektedir.

2020'de yapılan Dünya Ekonomik Forumu’nun Cinsiyet Eşitsizliği Raporu’na göre, Türkiye, toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda dünyanın en kötü durumda olan ülkelerinden biridir.13 Türkiye’de kadınlara yönelik şiddet, özellikle ev içi şiddet, önemli bir toplumsal sorun olmaya devam etmektedir. Siyasal İslam'ın kadını mümkün olduğunca toplumsal hayattan dışlayan, kadını eve kapatmaya çalışan ve onu sadece annelik üzerinden tanımlayan bakış açısı, devlet kurumları ve yetkilileri tarafından zorla kadınlara dayatılmaktadır. Bunlara ilaveten, Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu ve benzeri sivil toplum kuruluşları, her yıl kadın cinayetlerinin arttığını ve devletin bu konuda yetersiz kaldığını vurgulamaktadır. Kadınların yaşam hakkının, en temel insan hakkı olduğu gerçeği göz ardı edilmekte, hatta şiddet mağdurlarına yönelik koruyucu yasaların uygulanmasında ciddi eksiklikler yaşanmaktadır. Bu durum, kadınların devletin ve toplumun gözünde hâlâ ikinci sınıf vatandaş olarak kabul edildiğinin bir göstergesidir. 2011’de yürürlüğe giren İstanbul Sözleşmesi, kadınlara karşı şiddetin önlenmesi amacıyla önemli bir adım olarak kabul edilse de, 2021 yılında Türkiye, kadın örgütlerinin yoğun tepkisine rağmen bu sözleşmeden çekilmiştir.14 Hükümetin bu geri adımı, kadınların şiddet karşısında daha savunmasız hâle gelmesine neden olmuş ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğine karşı verilen mücadeleye büyük bir darbe vurmuştur.

LGBTİ lar, ne yazık ki Türkiye'de hem devletin hem de toplumun farklı kesimlerinin uyguladığı derinlemesine ayrımcılık ve dışlama politikalarıyla karşı karşıya kalmaktadır. Bu gruplar, yalnızca cinsel kimlikleri nedeniyle toplumsal yaşamda dışlanmakta, hakları sürekli olarak ihlal edilmekte ve maruz kaldıkları şiddet çoğu zaman görmezden gelinmektedir. Hükümet yetkilileri, bu bireylerin kimliğini tanımak bir yana, onları "tedavi edilmesi gereken bir hastalık" olarak görüp anlatmaktadır.15 LGBTİ 'ları, kendilerini ifade edebileceği en temel haklardan biri olan Onur Yürüyüşleri gibi etkinliklerde bile, sadece seslerini duyurmaya çalışırken yasaklarla, polis şiddetiyle ve toplumsal baskılarla karşılaşmaktadır.16 Bunun yanı sıra, evlenme veya çocuk edinme hakları, hukuken tanınmamakta, adeta yok sayılmaktadır. Özellikle muhafazakar taşra bölgelerinde, bu bireylerin maruz kaldığı şiddet olaylarına karşı devletin hiçbir koruyucu rol üstlenmemesi, durumun ciddiyetini ve mağdurları yalnızlaştıran etkisini daha da artırmaktadır. Eğer Türkiye'de gerçek bir eşitlik ve adalet sağlanacaksa, LGBTİ ların da tüm insan hakları çerçevesinde güvence altına alınması ve toplumsal hayatta eşit haklara sahip olmaları zorunludur.

AKP-MHP iktidar bloğunun emrindeki yargı, önce 19 Mart 2025'te İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ve aynı zamanda ana muhalefet partisi CHP'nin Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu'nu, ardından da şu ana kadar 14 CHP belediye başkanını ve binlerce belediye çalışanını hukuka aykırı bir şekilde tutuklanmıştır.17 Bunun ötesinde, CHP'ye kayyım atama girişimi ve bu konuda açılan dava, mevcut iktidarın demokratik siyaseti yok sayarak, kendi iktidarını pekiştirmek için yasalara aykırı bir şekilde muhalefeti tasfiye etmeye çalıştığını net bir biçimde göstermektedir. Bu çaba, Azerbaycan'daki siyasi yapıyı andıran bir "tek parti düzeni" kurma hedefinin en açık işaretidir. Bu düzenin temelinde, iktidarda olan partinin her seçimde zafer kazanacağı, diğer tüm siyasi partilerin ise sadece "sözde muhalefet" rolünü üstleneceği bir sistem vardır. Bu tür adımlar, Türkiye'deki demokratik değerlerin ve hukukun üstünlüğü ilkesinin ne denli büyük bir tehdit altında olduğunu gözler önüne sermektedir. İktidarın, muhalefeti bu şekilde yok sayma çabaları, yalnızca siyasi rakiplerini değil, halkın tüm demokratik haklarını ve özgürlüklerini tehdit etmektedir. Gerçek anlamda bir demokrasi, tüm siyasi aktörlerin eşit şartlarda rekabet edebileceği bir ortamda var olabilir; ancak mevcut iktidarın uyguladığı baskı ve sindirme politikaları, Türkiye’yi bu hedeften uzaklaştırmaktadır.

Türkiye’nin en kritik barış ve demokrasi sorunu olan Kürt meselesinin çözüm sürecinde iktidar bloğuyla müzakere edilmeye çalışılmaktadır. Türkiye'nin en kritik meselelerinden biri olan Kürt sorununun çözümü, yalnızca hükümetin belirlediği dar çerçevede ilerlediğinde gerçek bir barışa ulaşmak mümkün olmayacaktır. Bu sorunun kalıcı bir çözümü için, tüm toplumsal kesimlerin katılımı, adalet ve eşitlik temelinde yürütülecek bir süreç şarttır. Bu bağlamda, başta DEM Parti olmak üzere, sol, sosyalist ve liberal demokrat çevrelere tarihi bir sorumluluk düşmektedir. Bugüne kadar demokrasi konusunda oldukça zayıf bir sicile sahip ve mevcut politikalarıyla daha da antidemokratikleşme riski taşıyan AKP-MHP iktidar bloğuna karşı, bu çevrelerin en önemli görevi, yukarıda özetini verdiğim tüm sorunları pazarlık masasına taşımaktır. Bu sorumluluk, mevcut iktidar bloğunun giderek daha da otoriterleşen ve antidemokratikleşen politikalarına karşı, yalnızca Kürt meselesi değil, tüm mağduriyetlerin ve hak ihlallerinin mücadelesini bir araya getirerek, gerçek bir toplumsal barış zemini inşa etmektir. Bu, Türkiye’deki Kürt sorununun toplumsal barış ve eşitlik temelinde çözülmesinin temelini daha da güçlendirecektir.

Bu sürecin yalnızca iktidarın belirlediği siyasal alan ve aktörlerle sınırlı olması, kalıcı bir çözümün önündeki en büyük engeldir. Mücadelenin toplumsal boyutunun güçlendirilmesi ve mağdur olan tüm toplumsal ve siyasi aktörlerin sürece dahil edilmesi şarttır. Bu şekilde etkili bir yol haritası çizmek, gerçek barış ve demokrasi adına en önemli adım olacaktır. Aksi halde, Türkiye'nin kısa ve orta vadede, demokrasisiz, tek sesli bir siyasi düzene sürüklenme riski her geçen gün artacaktır. Bu tehdit, sadece Kürtlerin değil, ülkenin her bireyi için bir gelecek sorunu haline gelecektir. O yüzden şimdi tam da daha çok demokrasi deme zamanıdır!

[1] Türkiye basın özgürlüğünde bir sıra daha geriledi – DW – 02.05.2025

[2] Türkiye akademik özgürlüklerde son sıralara düştü – DW – 07.03.2024

[3] The End of Competitive Authoritarianism in Turkey | Freedom House

[4] 1934 Trakya Olayları'nın ardından: "Göz yakmayan soğan, acı vermeyen Türk olmaz" | marksist.org

[5] Varlık Vergisi nedir, kimler etkilendi, neden tartışılıyor? - BBC News Türkçe

[6] 6-7 Eylül 1955: Yalnızca Bir Devlet Operasyonu mu? – İnsan Hakları Derneği

[7] m2010-88-591

[8] Hrant Dink cinayetinin 18. yılı: Davalar hangi aşamada? - BBC News Türkçe

[9] Ayasofya: Camiye çevrilmesi kararına uluslararası toplum ve dış basın ne tepki verdi? - BBC News Türkçe

[10] 'Ders kitaplarında Ermeni meselesi ve misyonerler Türkiye'ye tehdit olarak gösteriliyor'

[11] 301'inci madde AİHM’ye takıldı – DW – 25.10.2011

[12] Kategori:Alevi katliamları - Vikipedi

[13] Cinsiyet Eşitsizliği Endeksi: Türkiye 153 ülke arasında 130. sırada - BBC News Türkçe

[14] İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmak neyi değiştirdi, kadına şiddetle mücadelede iç hukuk yeterli mi? - BBC News Türkçe

[15]

© Bianet