Sağlamcı değilim ama*
Ömrümden iki yılı Heidegger felsefesine “adamış” olmanın ağırlığını hâlâ taşıyorum. “Heideggerci bir film yorumu nasıl yapılır” temalı bir yüksek lisans tezi yazdım.Tabii kapağını açamıyorum artık. Felsefenin heyecanına kapılarak “gerçek” hayatı unuttuğum yıllar diyelim. Heidegger’e “Nazi Partisi’ne üye olmuş bir insansın sen, neyleyim öyle ‘dünyada-olmayı’,” diyesim geliyor. Çok geç olmadan idrak ettim neyse ki.
Bu yazıda bahsedeceğim bir diğer “idrak” meselesi ise sağlamcılıkla ilgili.
İki yıl öncesine kadar sağlamcıymışım. Ağırlıklı olarak Türkiye’de sivil toplum konuşacağım bir derse giriş yapıyorum. Henüz her şey toz ve gaz bulutu. Bir dünya çiziyorum önce, çöp insanı da “Bakın dünyaya atılıyoruz,” diyerek ekliyorum. Varoluşçu bir şeyler geçiyor içimden ama konumuz bu değil. Ailenizi, doğdunuz kültürü ve yaşadığınız coğrafyayı seçemiyorsunuz diyerek konuya giriş yapmaya çalışıyorum.
Çöp insanı çizdikten sonra birkaç saniye kadar bu insana bakıyorum. İki kolu ve iki bacağı olan bir çöp insan çizmişim. “Düpedüz sağlamcılık bu!” diyorum. Öğrencilerin bu sessizleşme halime anlam veremediğine eminim.
Sessizliğimi bozarak, heyecanla, “Arkadaşlar,” diyorum, “Farkında mısınız bilmiyorum ama ben insanı iki kollu ve iki bacaklı olarak çizdim burada. Yani iki kolu ve iki bacağı olmayan insan, insan değil mi?” İçimden arkadaşlar aslında burada tüm öğrendiklerinizi unutabilirsiniz, sağlam kafa sağlam vücutta değil diyesim geliyor. Demiyorum. Ancak “sağlamcılık nedir” bunu biraz anlatmaya çalışıyorum. Ders İngilizce anlatılıyor. İngilizcesi “Ableism” diyorum, Türkçesi “Sağlamcılık”. O zamana kadar üzerinde çok düşünmediğim bir konuyu, “bir ayrımcılık türü”, “yetilere kıymet verme, yetiler hiyerarşisini meşrulaştırma” şeklinde aktardığımı ve “sağlamcılık tüm ayrımcılık biçimlerinde olduğu gibi ‘normal’ ve ‘ideal’ olanı belirler” diye devam ettiğimi hatırlıyorum.
Dönem boyunca sivil topluma neden ihtiyacımız olduğunu konuşurken aslında “ben” ve “öteki”ni konuşuyoruz. Bu giriş işin rengini iyice ortaya koydu diye seviniyorum.
Ders bitti. Birkaç öğrenci hocam gerçekten sağlamcılık yapıyormuşuz dedi ve teşekkür etti; biri ise ilginç bir yorumla geldi: “Ama hocam, siz bir stereotip ortaya koydunuz, stereotipleştirmezsek hayat çok zorlaşır,” dedi. Ben de “Evet. Stereotipler ilişkileri kolaylaştırabilir; ilişkilenmeler için kısayollar yaratabilir. Tüm stereotipler olumsuz olmak zorunda değil ama hepsi bazı kalıp yargıları da beraberinde getirir. Ayrımcılığın da zeminini oluşturabilirler. Yani belirli grupların aşağılanması, dışlanması ya da tehdit olarak görülmesi için zihni çerçeveleyebilir; damgalayabilir ve toplumun birçok alanında dışlanmalar doğurabilir,” diyerek o vakit için konuyu kapatıyorum.
İnsan olmak nasıl bir şey? Descartes’a bakacak olursak, “düşünebilme yetisi” olanlara insan diyoruz. Bilincinin, kendinin, düşüncelerinin farkında olanlar yani. Ancak düşüncesi üzerine düşünebilen yani düşüncelerinin farkında olan canlılara insan demek istiyorum ben. Burada bir insan olma hiyerarşisi kurmaya çalışmıyorum tahmin edersiniz. Aklımda şu olduğu için bunu yazıyorum: İnşaa edilmiş herhangi bir hiyerarşik üstünlüğe sahip olduğuna inanan ve sesli veya sessiz sedasız “öteki”ni kurgulamak için her türlü sözleşmeye imza atanlar bu bakımdan insanlıklarını sorgulayabilir.
Sağlamcılık o derste kendini bir çizimde gösterdi. Irkçılık, cinsiyetçilik, yaşçılık, militarizm… hepsinin gündelik hayatta birbirinden farklı veçheleri var. Öğrenme biçimlerinde, anlam verme biçimlerinde, konuşmada, gülümseme de bile kendini gösteriyor. Bu bizi yine nereye getiriyor, tabii ki gündelik hayatın politik inşası. Gündelik hayat dediğimiz şey bilgi ve hakikat rejiminin1 yarattığı bir alan çünkü.
Madem insanlığımızı sorgulamaya değindik. Yazıyı derslerde yaptığımız şu pratikle bitirelim. Aşağıdaki ifadeler için noktalı yere neler yazmak isterdiniz? Yüksek sesle kendinize söyleyin, tekrar edin ancak unutmayın ki “ama”dan önceki kısım bir tür “örtü” sonrası ise esas metin, asıl gerçek ya da bastırılan duygu.2
Irkçı değilim ama…
Cinsiyetçi değilim ama…
Homofobik değilim ama…
Militarist değilim ama…
Yaşçı değilim ama…
Sağlamcı değilim ama…
* Körüz Biz Derneği kurucu üyesi ve felsefe öğretmeni sevgili Meral Sözen’e zihin açıcı katkıları için teşekkür ederim.
Dipnotlar:
[1] Foucault, M (1977). Truth and Power
[2] Freud, S. (1901). The Psychopathology of Everyday Life ve Lacan, J. (1966). Écrits: A Selection.
(SA/TY)
Kimlerin ağzı lanetler bizi?
Tanrım, dinleme onları,
duy bizi!
2013 yapımı bir Polonya filmi olan Papusza, Polonya'nın ünlü Roman kadın şairi Bronisława Wajs’ın (Papusza) hayatını konu alan, Roman kültürünü, toplumun önyargılarını ve bireysel trajedileri derinlemesine işleyen bir biyografik film.
Siyah-beyaz görüntüleriyle geçmişe saygı duruşunda bulunan film, Roman halkının yaşam tarzını ve Papusza’nın kimlik arayışını izleyiciye aktarır. Film, yaşlı Papusza’nın bir törende onurlandırılmasıyla başlar ve bu tören, onun hayat hikâyesine doğru bir yolculuğun kapısını aralar.
Papusza'nın hikâyesi, 1910’larda başlayan bir yolculuktur. Göçebe Roman topluluğunun içinde, geleneklere sıkı sıkıya bağlı bir çevrede büyüyen Papusza, kadınların şiir yazmasının ayıplandığı bir dönemde, okuma-yazma öğrenme tutkusuyla sıradışı bir yol çizer.
Küçük yaşta, kendinden büyük biriyle evlendirilir; ancak kaderi, yazar Jerzy Ficowski ile tanıştığında değişir. Ficowski’nin teşvikiyle şiirlerini yazıya döken Papusza, kısa süre içinde hem Roman topluluğundan hem de geniş toplumdan ağır eleştiriler alır. Romanlar arasında, şiirlerinin Roman halkının sırlarını ifşa ettiği ve lanet getireceği inancı hızla yayılır. Papusza, Roman toplumundan dışlanır, zihinsel bir çöküş yaşar ve hayatının geri kalanını yalnızlık içinde geçirir.
Filmde Roman halkı, sürekli göç eden, doğayla iç içe yaşayan, yazılı tarihten yoksun ve sözlü kültüre........
© Bianet
