menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Stockholm Kraliyet Operası: Kral III. Gustav ve Rusalka

12 29
saturday

Stockholm Kraliyet Operası binası Niye bizim de bir opera binamız yok(!)” dedirtecek kadar güzel ve görkemlidir. Dönemin Kralı III. Gustav (1746 – 1797) opera, bale ve tiyatro sevdalısıdır. Fransa ile yakın ilişkileri vardır ve güzel sanatların İsveç’te de kurumsallaşmasını istemektedir.

Bir opera binasının yapılmasına karar verir. Bütün masraflar kraliyet bütçesinden karşılanacaktır. Binayı gezdirirken rehber söylemişti, kendisi onyedi opera yazmış III. Gustav! Ve sesini bir perde düşürüp hafif bir gülümsemeyle eklemişti, ‘’ama hepsi aşırma!’’ Ben hiç ciddiyetimi bozmamıştım ama! Taklit maklit, onyedi tane opera yazmış adam!..

Ve güzel bir opera binası yaptırıyor III. Gustav sarayın hemen karşısına; ırmak genişliğindeki boğazın öbür yakasına. Zaten Stockholm de avuç içi kadarcık o zamanlar.

Bir darbeyle ele geçiriyor Krallığı III. Gustav; kendisi devrim diyor buna. Kimi yasal düzenlemeler yapıyor; işkenceyi yasaklıyor, Saray’daki işkence odası Rosenkammaren’i (Gül Odası- ne güzel bir ad değil mi?) kapatıyor ama sıkı da bir rejim sürdürüyor; kralsın sonunda!

Darbeyle gelmişsin, gerilim biter mi! O gerilimler ortasında bir akşam opera sırasında -arada ihbar da almasına rağmen- bir suikaste uğruyor kral ve bir asilin, ağızdan dolma tabancasından çıkan bir kurşunla öldürülüyor. Ardında sadece bir opera-bale geleneği değil fakat ev eşyalarından mimariye de uzanan Gustav ve Geç Gustav dönemi diye anılacak iki döneme yayılmış bir stil bırakıyor.

Birazcık küçük bilgiler de vereyim başlamışken. Operanın binden fazla odası var! Hâlâ ilk yıllardaki gibi o odalardaki atölyelerde, kendi terzileri dikiyor her operanın kostümlerini. Makyajcıları, kuaförleri, kunduracıları hepsi binadaki atölyelerinde, sahnelenecek operanın alt yapısını örüyorlar birlikte.

Daha sonra opera binası artık eskidiği ve yangına karşı da güvenli olmadığı için Kral II. Oscar tarafında yıkılıp aynı yere, yeni bir opera binası yapılıyor (1892). Günümüze kadar gelen bu bina da artık eskidiği gerekçesiyle opera, yeni yapılacak bir binaya taşınacak.

Operaya ilgim artınca gitmeye de başlamıştım. Sezon başladığında gideceğim operaları seçiyor ve kasımdan marta, üç dört operaya bilet alıyordum. Yerim hep aynıydı ikinci balkon, ilk sıra başı 572 numara.

Daha önceleri netten dinlediğim değişik operalardan kimi aryalar yer etmeye başlamıştı içimde. Adını sonradan arayıp bulduğum Rusalka (Su Perisi) en sevdiğim oldu zamanla.

Aslında Rusalka, operanın adı. Her operada taşıyıcı aryalar vardır birkaç tane. Ay’a Şarkı diye Türkçeye çevirdiğim Song to The Moon da bence Rusalka’nın en taşıyıcı aryasıdır.

Aida’nın müthiş aryası O Patria Mia’ya (Ah Yurdum – onu da çevirmiştim Türkçe’ye.) haksızlık etmeyim. O da bende, git-gelli olarak çokça birinci sıradadır.

Ben Rusalka’nın Stockholm Operası’nda sahnelenmesi hayalini kurmuştum bir zamanlar. Ama ‘’küçük’’ bir operaydı, ondan sahnelenmiyor diye düşünürdüm hep.

Derken pandemi girdi araya. Hayatımızda duran birçok şey gibi Opera da durdu uzun süre. Ertesinde yine yaşamlarımıza döndük yavaştan ama artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Opera da kendini birkaç yıl toparlayamadı. Yeniden açıldıktan sonra bir iki sezon, ‘’hafif’’ operalarla yeni bir dönüş yapmaya çalıştılar.

Rusalka’nın başka bir yeri de vardı bende. Daha önce yazmıştım, (Rusalka (Su perisi) ve Jîna Mahsa Amini) kısaca yazayım yine. Bir şiir yazıyordum. Jina Mahsa Amini’nin Ahlak Polisleri tarafından kaba dayakla öldürüldüğü günlerdi. Şiir, yazdıkça Rusalka adıyla bir Jina Mahsa şiirine dönüştü. Şiir sonra Türkçe’den başka Kürtçe RUSALKA - xelat - News ve Farsça برگه پیدا نشد – akhbar-rooz.com olarak da yayınlandı.

Geçenlerde operanın ara sıra girip baktığım sayfasını açınca gözlerime inanamadım. Rusalka sahneleniyordu Stockholm Operası’nda! Binasını övdüm ama ansamblini geçmeyeyim. Stockholm Kraliyet Operası’nın yeri, dünya klasmanında epey yukarılardadır. Prestijli operalar arasında sayılır adı hep.

Tabi ki Rusalka’yı izledim; hayalimdi. 572 numara gidebileceğim günlerde doluydu. Olsun! Stockholm Operası olanca ihtişamıyla hazırdı. Ve‘’çıtsız!’’ Ay’a şarkı.

Ay’a Şarkı*

Ay, gökyüzünde yüksek ve derin

Işığın uzakları görür

Koskoca dünyayı dolanıyorsun

Evlerinin içine bakıyorsun insanların

Ay, birazcık dur

Söyle bana sevgilim nerede

Söyle ona gümüş ay

Ona sarıldığımı söyle

Hiç olmazsa beni rüyasında gördüğünü hatırlasın.

Uzaklardan aydınlat onu

Söyle ona, onu kimin beklediğini söyle

Eğer onun insancıl ruhu gerçekten beni düşlüyorsa

Anılarım uyandırsın onu

Kaybolma Ay ışığı

Kaybolma!

Çeviri: Sebüktay Kaan

Özgün dil: Çekçe.

İsveççe ve İngilizcesinden karşılaştırmalı olarak çevrilmiştir. (2015)

* Rusalka (Su Perisi – 1900) operasından. Şiir: Jaroslav Kvapil, Beste: Antonín Dvořák

(SK/HA)

“Bir gün içinde hayatını allak bullak eden o güvercin işi başına geldiğinde Jonathan Noel, ellisini aşmış bulunuyordu, tam bir olaysızlık içinde geçen rahat yirmi yıllık bir süreyi gerisinde bırakmıştı ve artık karşısına, günün birinde gelecek olan ölümünden başka, önemli herhangi bir şeyin çıkabileceği aklının ucundan bile geçmezdi. Bundan da çok hoşnuttu.”

Böyle nefis bir paragrafla başlayan ve yıllar önce yazılsa da satır aralarında anlattıkları ile günümüze uyarlanabilen romanları seviyorum. Kısa bir yolculuk anında bir çırpıda okuduğum Patrick Süskind’in “Güvercin - Der Taube” gibi… Romanın ana karakteri Jonathan Noel’in çağımızın “görünmez insan” güruhunun temsilcisi olduğunu fark etmek hem keyifli hem de düşündürücü bir okuma deneyimi sunuyor.

Onun hikayesi; var olmanın değil, de ‘ varmış’ gibi yapmanın özeti.

Onun hikâyesi, büyük felaketlerin değil de küçük olayların sarstığı bir insanın dramı.

Onun hikayesi güvenli bir yaşam uğruna hayatın kendisinden vazgeçenlerin trajedisi.

Güvercin’in detaylarına geçmeden önce yazarını hatırlatmak isterim. Edebiyat severlerin 1985’te yayımlanan “Koku: Bir Katilin Hikâyesi (Das Parfum) ile tanıdığı, sevdiği Patrick Süskind, Almanya’nın en özgün ve en ketum yazarlarından biri.

Yazar ve senarist olarak hatırı sayılır ününe rağmen 76 yaşında olan Süskind’in şu anda tam olarak nerede, ne yaptığı bilinmiyor. Yayımlanan ilk romanın çok sevilmesi, 50’den fazla dile çevrilip ona dünya çapında ün getirmesi yazarın hoşuna gitmemiş olmalı ki ikinci romanını da yazdıktan sonra görünmez olmayı seçmiş. Süskind, bilinçli bir şekilde kamusal görünürlüğünü tamamen ortadan kaldırmış.

En son edebi sessizliğini 2006 yılında deneme tarzında yazılmış ve Şeyda Öztürk çevirisi ile Can Yayınları tarafından bizde de yayımlanmış bir eser olan “Aşk ve Ölüm Üzerine - Über Liebe und Tod” olmuş. Eros ve Thanatos arasındaki felsefi ilişkiyi incelediği bu eserden sonra yazarın ne yaptığı ise tam bir muamma. Bazı kaynaklara göre Almanya’da Münih yakınlarında bir yerde, kimilerine göre de Fransa’nın güneyinde, Montolieu adlı küçük bir köyde yaşıyor.

Kendisine verilen edebiyat ödüllerini reddetmiş, röportaj vermekten ve fotoğraf çektirmekten uzak durmuş bir yazar olan Patrick Süskind, okurla paylaştığı sadece iki romanı var.

Süskind, başyapıtı Koku’da insanın en ilkel duyusundan -koku alma yetisinden- yola çıkarak arzu, deha ve delilik arasındaki çizgiyi sorgulamış. Koku’nun kahramanı Jean-Baptiste Grenouille, görünmezlik ve varlık arasında salınan bir adam: Kendi kokusu olmadığı için “yok” sayılan, görünebilmek için -ucu cinayete varsa da- başkalarının kokularını çalan ilginç bir karakter.

Yazarın iki yıl sonra yazdığı Güvercin’de ise bu görünmezlik çok daha sessiz bir biçimde karşımıza çıkıyor. Bu kez bir dâhi ya da katil değil, sıradan bir kahramanla tanışıyoruz: Jonathan Noel. Fark edilmemeyi güvenli bir hayatın teminatı sanan biri.

İlk romanda “duyuların aşırılığı”, ikinci romanda “duyuların yokluğu” üzerine yazan yazar, okuruna keşfedebileceği gizli bir bağ sunmuş. Sırf bu nedenle bile Koku’yu okuduysanız, Güvercin’i de okumalısınız. Çünkü bu iki eser tematik olarak birbirini tamamlayan ama biçim olarak zıt iki kutbun ucu gibi…

Jean-Baptiste Grenouille üzerine çok konuşulmuş bir karakter. Biz bu yazının öznesi Jonathan Noel’den söz edelim. Jonathan; 50 yaşında, Paris’te yalnız yaşayan, bir bankada güvenlik görevlisi olarak çalışan sıradan biri.

Hayatını mutlak bir düzen içinde sürdürüyor:........

© Bianet