menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

"Yalnızlık uzun süre kapalı kalmış oda gibi; naftalin gibi ekşimtırak kokuyor”

21 35
01.11.2025

Yalnız olmaktan bıktım artık, her geçen gün daha yalnız, daha yaşlı, daha çirkin olmaktan bıktım. Bunların başıma geleceğini bilseydim hiç yaşlanmazdım. Herkes beni terk etti; karım, kedim. Hayatımı sürdürmeme yardımcı olacak herkes beni terk etti. Evim artık fazla büyük. ‘En korkuncu, yalnız başıma ölecek olmam. Dul olma halinde de yalnızım. Dul ve yalnız; ne kadar yakışıyor birbirine bu iki kelime. Yaşlanınca yalnız kalmamanın yolu, kalabalık bir aileye sahip olmaktan geçiyor, o zaman ileride tekerlekli sandalyenizi çocuklarınız itiyor. Benim bu konuda şansım yaver gitmedi, oğlumun tekerlekli sandalyesini ben itiyorum. Kendini dine adamış kızım da bir an önce nalları dikmem için dua ediyor. “

Yukarıdaki metni Jean Louis Fournier’in “Tek Yalnız Ben Değilim” adlı kitabından aldım. Fournier. kendi ruh haliyle dalga geçmek, kendisini dinleyecek kimse olmadığı için yazdığını, özel hayatını anlattığı kitapları çok sayıda baskı yapınca özel hayatını dışarıya açsa da hala kendini suçladığı gizli bahçesi olduğunu ve Edebiyat olmasaydı, yalnız bir insanın neler düşündüğünün bilinemeyeceğini söylüyor. Bence çok haklı Fournier.

Kitaptan…Kendimle baş başa olmayı sevmiyorum, kendime anlatacağım yeni bir şeyim yok. Sürekli kendimi tekrar ediyorum. Kendime her şeyi söyledim, açıklayacak bir sırrım kalmadı.”

Yazın en sıcak günleri, boğuluyorum sıcaktan, hükümetin yaptığı en sert uyarılara rağmen yakınlarım – artık uzaktan tanıdıklarım oldular – arayıp yeterli miktarda su içmediğimi sormuyorlar. En sıcak günlerden birinde, sabah telefonum çaldı, belediyeden arayan kişi yeterince su içip içmediğimi sordu ve beni korkutan bir ifade ile kendime iyi bakmamı söyledi.”

Kitabı okurken tuttuğum notlara -bazıları bağlamından kopuk gibi olsa da- aşağıda yer vereceğim. Belki okurken siz de bana -yani Fournier’e- hak verirsiniz.

Kimse onu mutlu etmeye çalışmaz, sevenlerinin çoğu öldüğünden daha az sevildiğini düşünür, ölen yakınlarına kendisini terk ettikleri için kızar, endişeleriyle arkadaş olur, kendi/ başkalarının seçimiyle yalnız kaldığını düşünür. Burnuna konan sivrisineği bile kendine eşlik ediyor diye sever. Son yalnızlıktaki insan, fotoğraflardaki insanları tek başına hatırlamaya mahkumdur. Yalnızken canının istediğini düşünürsün. Gülümsemen için başkalarının sana gülümsemesi lazım. Yalnız insanın rüyaları çok kalabalıktır ama günlük sorunlarıyla tek başına boğuşur.

İki kişiyken daha az TV izler, akşamları daha az korkar, geceleri daha az üşür, yatağın tamamı sana ait olmaz, horlarsan azar işitirsin. Yalnızsan yalnız olduğunu unutmak için içer, çakırkeyif olup çift görmeye başlar, aynaya bakınca rahatlarsın; ‘tek başına değilmişim’ diye.

Yalnız kalmak, terk edilmek, unutulmak. Hangisi daha korkunç? Belki de unutulmak en kötüsü. Yalnızken bir yerlerde birinin seni düşündüğünü hayal edebilirsin. Terk edildiğinde özlendiğini, terk edenin yaptığından pişman olduğunu hayal edersin. Unutulursan hayal edecek hiçbir şey bulamaz, sanki dünyada hiç var olmamışsın gibi olur. En kötüsü seni unutan kişiye öfkelenemezsin, çünkü o bunu bilerek yapmamıştır. Kabul et; sen unutulmaz değilim.

Kendiyle baş başa kalamayan insan sırasının gelmesini, dünyanın sonunu bekler.

İnsanlar yalnızlardan uzak durur. Yalnız insan tek başına konuşur, dalıp gider, olduğu yerde sıkışıp kalır, hareket edemez. Yalnızların birlikte yaşaması zordur. Her şeye sahip olsan da, hatta banka kasandaki banknotları ısınmak için yakabilsen de asıl ihtiyacın olan insan sıcaklığına sahip olamazsın.

Birinin sana nasılsın dediğini duymak için dünyadaki bütün altınları verebilirsin. Söylediklerine karşı çıkan olmadığında hep haklı olduğuna inanırsın. Yalnızken saçmalama tehlikesi var. Bu dünyadan yalnız ayrılma fikri hüzün verir; başkaları yaşamaya devam edip, ben olmadan eğleneceklerini düşündüğüm için.

Güzel müziklerin hepsini dinlemek için hayat çok kısa.

Yalnızlık özgürlük için ödenen bedeldir. “Hayattan da ölümden korktuğum kadar korkuyorum. Hangisini seçmeli? Artık buna hakkım var, özgürüm hiç pişmanlık duymadan ölebilirim. Neden birlikte ölmeyelim? Neden o yolculuğa yalnız çıkmak zorundayız? Birbirini sevenler birlikte yolculuğa çıkmaları çok daha neşeli olur! “Karım bu dünyadan ayrıldığında bana onunla gitmeyi teklif etselerdi, aynı trene binmeyi kabul eder miydim acaba? Kulağınıza işitme cihazı takılsa da duymazsınız; çünkü size bir şey söyleyen yoktur. Kışın daha da yalnız olunur, yazın -konuşamasa da – gölgeniz size eşlik ettiğinden kendinizi yalnız hissetmezsiniz.

Fournier’le tanışıklığım kitaplarını okudukça artıyor. Benim En İyi Tarafımdın, Umarım Senin En Büyük Kusurun Olmamışımdır.” https://bianet.org/yazi/benim-en-iyi-tarafimdin-umarim-senin-en-buyuk-kusurun-olmamisimdir-312691 yazımda yazarın “Dul” adlı kitabında kısa, sade, öz, kıssadan hisseci, ciddi, saf ve samimi olduğunu yazmıştım. “Tek Yalnız Ben değilim” kitabında insanı -pek- gülümsetmiyor, insanı -fazlasıyla- kendine döndürüyor, düşündürüyor, hüzne gark ediyor ama hayatın ta içinden yalnızlığı -çok acaip- anlatıyor.. Yazarın hassasiyetini ve kırılgan ve incinmiş halini okura geçirmede çevirmen Ayşe Ece’nin de payı büyük.

Soruyor Fournier “Yalnızlık insanın başına gelecek en kötü/ en iyi şey mi?” Yanıtlıyor: “Yanında olanın kim olduğuna bağlı. Bazen insanın yanında kimsenin olmaması daha iyi oluyor.“ Usulca ayrılmak istiyor bu dünyadan Fournier, gürültü yapmamak için yalınayak gecenin karanlığına karışarak. Arkasından da “Noiraude’un babası bizi terk etti. Üretken ve matrak bir yazar aramızdan ayrıldı.“ notunun paylaşılmasını diliyor.

(ŞD/EMK)

* Künye: Jean Louis Fournier. Tek Yalnız Ben Değilim. Çev: Ayşe Ece. Anlatı –Yapı Kredi Yayınları. 2021, 146 sayfa.

** Jean Louis Fournier kimdir?

1938’de Fransa’nın Arras kentinde doğdu. Fransız yazar komedyen ve televizyon programcısı. Doktor olan babasının vefatının ardından yazdığı "Asla Kimseyi Öldürmedi Babam” isimli otobiyografik kitabıyla 2008- Prix Femina ödülünü kazandı. 2013 ‘de ölen eşine yazdığı mektupları “Dul” adıyla kitaplaştırdı. Eserleri: *Kuzeyli Annem. *Muzip Tanrı. *Tek Yalnız Ben Değilim. *Asla Kimseyi Öldürmedi. * Benim Babam. *Otopsim. *Dul. *Nereye Gidiyoruz Baba. *Son Siyah Saçım. * Bekleyecek Vaktim Kalmadı Artık. *Dul Ölümsüz Eş Arıyor.

Kendimi ne zaman bu akışın içinde bulduğumu bilmiyorum, ama nedenini biliyorum. Yılın büyük bir kısmını Latin Amerika edebiyatından seçmeler okuyarak geçirdim.

Uzak kıtanın dillerini bilmemenin ve çeviriye mahkûm olmanın görünmez bir duvar gibi, en azından yarı geçirgen bir zar, bir perde gibi anlatılanın ruhunu tam kavramamı zorlaştırdı. Yine de Latin Amerika ülkeleri ve Türkiye arasındaki tarihsel benzerlikleri hatırlayarak ortak bir duygunun, bir ruh halinin peşine düştüm.

Burada yazacaklarım ve anlatmak istediklerim bir edebiyat analizi ya da metin çözümlemesi değil, edebiyatın toplumcu dışavurumlarına bir güzelleme hiç değil.

En kısa ve basit haliyle söylemek gerekirse, siyasetiniz neyse sanatınız odur. İçinde bulunduğunuz tarihsel bağlamın siyasi iklimi, yalnızca yaşadıklarınızı, karşılaşmalarınızı, maruz kaldıklarınızı belirlemez, o bağlamın düşünce evrenini ve yaratıcılığını da belirler.

Özgürlüklerin siyasetle sınanmadığı, bireylerin sansür ve baskıyla tehdit edilmediği bir ortamda bilimde, sanatta, eğitimde yenilikçi çabalar filizlenir, buna ekonomik güvenceleri de eklediğimizde yaratıcılık sınır tanımaz. Bunun tam tersi bir durumda, daha açık bir ifadeyle otoriter ve totaliter rejimlerin baskısı altında sansür artık bireylerin tüm varoluşuna sirayet etmiş, neredeyse genlerine kodlanmış bir otosansüre dönüşür, tek sesliliğin yüceltildiği bir ortamda tüm diğer sesler kuyularında yankılanmaktan öteye gitmez.

1970’lerde öne çıkan eleştirel kalkınma kuramlarına aşina olanlar Latin Amerika’da beş yüz yıl boyunca hüküm süren sömürgeciliğin neden olduğu sömürü ve az gelişmişlik durumunu bu literatürden tanıyabilir. Andre Gunder Frank’ın 1966’da Monthly Review’da yayınlanan makalesi Azgelişmişliğin Gelişimi (Development of Underdevelopment) başlıklı makalesi, merkez ülkelerle çevre ülkeler arasındaki bağımlılık ilişkisini ve merkez ülkelerin askeri müdahaleler ve ekonomik tahakküm yoluyla bu ülkeleri bilinçli olarak geri bıraktığını tartışır[i].

Bağımlılık teorisi ekolünden gelen ve daha çok ekonomik kökenlere odaklananlar dışında Latin Amerika çalışmaları içinden gelen ve kimlik, özellikle ırk ve kültür konularına odaklananlar da sömürgeciliğin Latin Amerika’daki sosyal ve kültürel sonuçlarını gösterir.

Walter Mignolo[ii] ve Anibal Quijano’nun[iii] çalışmaları sömürgeci tahakkümün epistemolojik sonuçlarına odaklanır ve sömürgeciliğin tasfiyesinde yalnızca ekonomik ve politik bağların değil, zihinsel bağların, sömürgeci düşünme biçimlerinin de çözülmesinin gereğini vurgular. Ancak bu teorik okumalar her ne kadar öğretici olsa ve zengin referanslar içerse de usta bir anlatıcının okuruna hikayesini yaşatan sesine sahip olamaz.

Eduardo Galeano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları’nda bildiğimiz bir Latin Amerika tarihini, Avrupa........

© Bianet