menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Özgürlük, rol ve kurumun tutsaklığı: Guguk Kuşu (1975)

11 0
10.08.2025

Guguk Kuşu filmi, görünmeyen tutsaklıkların ve insanın kendine dönüş yolculuğunun sarsıcı bir portresidir. Randle Patrick McMurphy, suç işlemiş bir haylazdır ve hapse girmek yerine akıl hastanesine yatmayı tercih eder. Geleneksel cezadan kaçıp kendini kapalı ve denetimli bir ortama bırakır. Burada, dışarıdaki dünyadan farklı, sıkı kurallarla çevrili bir düzen vardır. Yönetim, kişilerin özgürlüklerini sınırlandırmak ve onları itaat ettirmek için katı yöntemler kullanır. Patrick, bu düzenin baskısına karşı çıkarak etrafındakilere cesaret verir ve kendi benliklerini bulmaları için mücadele eder. Hikaye, bireyin zorlayıcı yapılar karşısındaki özgürlük arayışını ve insan ruhunun direncini anlatır.

Bir toplumun delilikle kurduğu ilişki, çoğu zaman sınırların belirsizleştiği, gerçek ile hayal arasındaki perdelerin kaldırıldığı kapalı bir dünyaya dönüşür. "Guguk Kuşu filminde gördüğümüz gibi, tımarhane sadece akıl hastalarının hapsolduğu bir yer değil; aslında dış dünyanın sert gerçeklerinden koruyan, ama aynı zamanda içeride hayatın kendisini de hapseden bir total kurumdur. Burada delilik, yalnızca bireyin sınırlarını değil, toplumun kendisini de kuşatan görünmez duvarlarla çizilir. Başlangıçta iyileştirme ve özgürleştirme amacı taşıyan bu yapı, zamanla kendi iç hiyerarşisini, kendi kabul gören delilik biçimini inşa eder.

Goffman’ın Tımarhaneler’de anlattığı gibi, bir toplum kendi dış baskılarından korunmak için kapalı bir yapı kurduğunda, o yapının kapıları sadece dışarıya değil, içerideki hayatın akışına da kapanır. Başlangıçta bir direniş alanı, bir sığınak, bir nefes aralığı olarak tasarlanan bu kurum, zamanla kendi hiyerarşisini, kendi bürokrasisini, kendi “kabul gören delilik” biçimlerini yaratır. Ve işte tam da o noktada, direnişin ilk kıvılcımını yakanlar değil, kıvılcımın ışığında kendi gölgelerini büyütenler yönetimi ele geçirir.

Sanat, başlangıçta bu toplumun yaralı hafızasını onarmak, dili yeniden canlandırmak, utançla unutturulan hikâyeleri gün yüzüne çıkarmak için vardı. Fakat kurumun içine yerleşen kurnazlar, bu yaraları yalnızca bir sahne dekoru gibi kullanmaya başladı. Onlar için acı, bir estetik ham madde; yoksulluk, bir festival afişinde egzotik bir motifti. Goffman’ın “rol mesafesi” dediği şey burada devreye girer: Kendi oynamadıkları hayatların maskesini takıp, rolün içinde hiç var olmadan rolü sergilerler. Böylece sanat, gerçeğin aktarımı değil, gerçeğin düşmanı hâline gelir.

En acayibi ise film yaratıcılarıdır. Ağırlığı olmayanlar, fikirde-hafızada boş olanlar, taş yutmuş gibi, yüzlerine ağırbaşlı bir maske takarlar. Ne yaşadıkları vardır, ne tanıklıkları; ama varmış gibi konuşur, varmış gibi yönetir, varmış gibi yaşarlar. Onların filmleri, kurumun kendi kendini ikna etme ayinidir: “Biz hâlâ direnişçiyiz” derler, ama kamera hiçbir zaman duvarların ötesine dönmez.

Böylece kurum, Goffman’ın betimlediği gibi, kendi içinde kapalı bir “total dünya”ya dönüşür. Orada gerçeklik, yalnızca kurumun kabul ettiği biçimde yaşanır. Kurnazlar sanatçı, şair, yönetmen... olur; çünkü kapalı kapılar ardında, yetenek ya da hakikat değil, rolünü inandırıcı oynamak önemlidir. Ve rolünü inandırıcı oynayanlar, çoğu zaman rolün kendisine hiç inanmayanlardır.

En trajik olan ise şu: Bu toplumun ilk direnişini mümkün kılan şey, maskesizlikti çıplak bir yüz, filtresiz bir acı, pazarlanmamış bir öfke. Şimdi ise her şey maskelerden ibaret. Kurum, kendi tiyatrosunu kurmuş; biletleri içeriden dağıtılıyor, sahnede hep aynı yüzler, hep aynı hikâyeler… Seyirci ise dışarıda değil, içeride; ve çıkış kapıları hâlâ kilitli.

Ve işte tam da bu kapalı dünyanın içinde, gerçek deliliğin ne olduğunu sorgulamaya başlarız. Guguk Kuşu’nun sonunda anladığımız gibi, asıl delilik bazen oluşmasına seyirci kaldığımız kurumun, sistemin kendisidir; içeriye kilitlenenler değil, o kilitleri elinde tutanlardır. Oyun, maskeler ve rollerle dönerken, delilik sadece bireyin değil, kurumun da cezası haline gelir. Kendi yarattığı tiyatronun oyuncuları, özgürlük yerine kendilerini tekrar eden sahnelerde sıkışırlar. Dışarıdan bakanlar için deli görünenler aslında sistemin en temiz nefesi, en çıplak öfkesi olabilir. Ama kapılar kapalı olduğu sürece, ne gerçeklik ne de direniş hak ettiği ışığa kavuşur. Ve en acı olan, o ışığın dışarıda değil, bu kapalı total dünyada, hep aynı yüzlerin ardında, aynı hikâyelerin içinde sönüp gitmesidir.

(SÇ/RT)

"Hayaller üniversitede başlıyor, market reyonunda bitiyor."

Öğretmenlik mezunu bir kasiyer...

Makine mühendisliği diplomasıyla turnike başında bekleyen bir güvenlik görevlisi...

İletişim fakültesinden mezun motosikletiyle paket taşıyan bir kurye...

Türkiye’nin dört bir yanında, milyonlarca genç diplomalı insan, okuduğu bölümle hiçbir ilgisi olmayan işlerde çalışıyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) temmuz ayında açıkladığı verilere göre Türkiye’de her 2 kişiden 1’i mezun olduğu alanda istihdam edilemiyor. Bu sadece bireysel bir kader ya da “kısmet” meselesi değil; yapısal bir çöküşün göstergesidir.

Gençler yıllarca üniversiteye hazırlanıyor, yüksek puanlar alıyor, kimi zaman ailesinin tüm birikimiyle büyük şehirlerde eğitim görüyor. Ancak mezuniyet sonrası karşılaştıkları işsizlik duvarı, onları kendi mesleklerinden uzak, çoğu zaman asgari ücretli işlere yöneltiyor. Bu durum, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda psikolojik bir yıkım da yaratıyor. “Ben bunun için mi bu kadar okudum?” sorusu, giderek kolektif bir sessiz çığlığa dönüşüyor.

Türkiye’de yükseköğretim kontenjanları arz-talep dengesine göre değil, politik ve popülist saiklerle belirleniyor. Her yıl binlerce öğretmen, mühendis, iletişimci, sosyolog mezun oluyor; ancak istihdam alanları........

© Bianet