menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Bireyin toplumuyla organik bağının zayıflaması

12 0
07.06.2025

Geleneksel toplumlarda bireyin kimliği, doğduğu çevrenin kuralları, değerleri ve kurumları tarafından şekillendirilirdi. Aile, din, mahalle, devlet gibi yapılar; bireyin kim olduğunu, neye inanması, nasıl davranması gerektiğini belirleyen güçlü referans noktalarıydı. Bu sabit yapılar sayesinde birey, kendini bir bütünün parçası olarak hisseder, bu aidiyet ona yön ve anlam verirdi.

Ancak zamanla bu bağlar gevşemeye başladı. Bireyin yaşamı artık toplumsal bir kalıp üzerinden değil, daha çok kişisel tercihlerle örülmeye başlandı. Eskiden dışsal çerçeveler bireye kimliğini sunarken, bugün kimlik içsel bir projeye dönüştü. Kişi, artık ne olduğu kadar ne olmak istediği üzerinden kendini tanımlıyor. Bu dönüşümle birlikte bireyin, ait olduğu toplumla kurduğu ilişki de değişti: Sabit ve dayanıklı bağların yerini geçici ve kırılgan bağlantılar aldı.

Modern insan, artık bir topluluğun ya da ulusun doğal bir parçası olmaktan ziyade, kendi kişisel serüveninin merkezinde yer alıyor. Sosyal yapılar ise bu yolculukta geçici duraklara dönüşmüş durumda. Bu bireyselleşme, bir yandan özgürlük ve seçenekler sunarken, öte yandan kişiyi yalnızlaştırıyor ve toplumsal sorumluluklardan uzaklaştırabiliyor. Ortak acılara karşı duyarsızlık, dayanışma yerine rekabet, uzun vadeli bağlar yerine anlık ilişkiler bu yeni bireysellik anlayışının doğal sonuçları arasında yer alıyor.

Bu değişim, kimliğin sabit bir şey değil, sürekli yeniden kurulan bir süreç olduğunu gösteriyor. Ancak bu sürekli yeniden inşa hâli, bireye özgürlük kadar bir belirsizlik duygusu da yüklüyor. Nerede durduğunu, kime ait olduğunu ya da kiminle dayanışma içinde olduğunu bilmek her zamankinden daha zor. Bu yüzden belki de bugün kimlik, sabit bir cevaptan çok, sürekli sorulan bir soruya dönüşmüş durumda.

Aidiyetin dönüşen yüzü

Zaman değiştikçe birey olmanın anlamı da köklü biçimde dönüşüyor. Eskiden insanlar, kim olduklarını büyük ölçüde nerede ve nasıl doğduklarına göre öğrenirdi. Bir köyde doğan birinin köylü olması, işçi bir ailenin çocuğunun yine işçi olarak hayatını sürdürmesi olağandı. Kimlik, sabit ve çoğu zaman değiştirilemez bir yapıdaydı.

Ancak artık kimlik, doğuştan gelen bir mecburiyet olmaktan çıktı; adeta bir tercihler bütünü hâline geldi. Birey, hayatı boyunca çeşitli kimlikleri deneyimleyebilir, hangi gruba ait olmak istediğine kendisi karar verebilir. Bu özgürlük, aynı zamanda geleneksel aidiyetlerin çözülmesine yol açıyor. Ulusal kimlik, sınıfsal konum ya da yerel topluluklar gibi geçmişin güçlü bağları, yerini daha esnek ve bireysel tercihlere dayalı ilişkilere bırakıyor.

Bugünün bireyi, kendini yalnızca yaşadığı mahalle ya da ülke üzerinden değil, ilgi alanlarına göre şekillenen küresel ya da sanal topluluklar aracılığıyla tanımlayabiliyor. Bir kişi, yaşadığı toplumun sorunlarına ilgisiz kalabilirken, dünyanın başka bir yerindeki çevre krizine ya da sosyal harekete aktif biçimde dâhil olabiliyor. Bu durum, bireyin dünyayla kurduğu bağları daha geniş ve çeşitli kılarken, içinde yaşadığı toplumla olan ilişkisini yüzeysel hâle getirebiliyor.

Kimlik artık bir sabitlik değil, sürekli yenilenen bir proje gibi. Bu sürekli değişim, bireyin kendini keşfetme arzusunu beslese de aynı zamanda köklerinden uzaklaşmasına ve toplumsal sorumluluk hissinin zayıflamasına neden olabiliyor. Birey, neye ait olduğunu seçme özgürlüğüne sahip olsa da bu özgürlük onu kimi zaman yalnızlığa ve belirsizliğe de sürükleyebiliyor.

Tüketim kültürü ve bireyin yabancılaşması

Modern birey, sadece dış dünyayla değil, kendi iç dünyasıyla da bağ kurmakta zorlanmaktadır. Bu yabancılaşmanın temelinde, modern yaşamın bireye dayattığı sürekli tüketme zorunluluğu yatmaktadır. Artık bir kişinin kim olduğu, ne ürettiğinden ya da hangi değerlere sahip olduğundan çok, ne tükettiğiyle tanımlanıyor. Bu da bireyin hem toplumla hem de kendi iç dünyasıyla kurduğu bağları zayıflatıyor.

Eskiden bireyin toplumdaki yeri, belirli bir sorumluluk anlayışı ve aidiyet duygusuyla tanımlanırdı. Kişi bir yurttaş, bir komşu, bir topluluk üyesiydi. Bugün ise birey, bu rollerden çok, bir “müşteri” olarak görülüyor. Toplumsal roller geçici tercihlere dönüşmüş durumda. İnsanlar artık yalnızca kendi çıkarlarına, zevklerine ve tüketim alışkanlıklarına göre hareket ediyor. Hangi ürünü, hangi yaşam tarzını, hangi kimliği seçeceği tamamen bireysel bir karar hâline gelmiş gibi görünüyor.

Bu durum, bireyin yaşadığı toplumla olan tarihsel, kültürel ve duygusal bağlarını zedeliyor. Çünkü artık birey, kendini bir halkın parçası olarak değil; bir pazarın müşterisi olarak konumlandırıyor. Geçmişin travmaları, ortak acılar ya da kültürel miraslar, bugünün bireyi için sadece zaman zaman hatırlanan uzak imgelerden ibaret kalabiliyor. Yerine ise, anlık doyumlara ve kişisel tatminlere dayalı bir yaşam biçimi geçiyor.

Böylesi bir dünyada birey, kendi kimliğini sürekli yeniden kurarken, bir yandan da kim olduğunu unutma riskiyle karşı karşıya kalıyor. Kimlik artık içsel bir derinlikten değil, dışsal tercihlerden ibaret hâle gelebiliyor. Böylece insan, hem toplumdan hem de kendisinden uzaklaşabiliyor çünkü artık neye ait olduğunu değil, neyi satın aldığını önemsiyor.

Teknolojinin etkisiyle bireyin toplumla kurduğu ilişki giderek dijital ortamlara kaymaktadır. Bu dönüşümün en dikkat çekici yönlerinden biri, bireyin yaşadığı çevredeki sorunlara karşı kayıtsız kalırken, dünyanın farklı noktalarındaki gelişmelere yoğun ilgi gösterebilmesidir. Bu durum ilk bakışta çelişkili gibi görünse de aslında bireyin kendine ait bir dünyayı seçme ve bu dünyayla kurduğu bağı kendi istekleri doğrultusunda şekillendirme arzusuyla ilişkilidir.

Sanal ortamlar, bireylere gerçek yaşamda yüzleşmek zorunda kalacakları çatışmalardan, sorumluluklardan ve sosyal yüklerden uzak, daha kontrollü ve konforlu bir alan sunar. Bu alan, bireyin hem ilgilendiği meseleleri seçmesine hem de bu ilgiyi sınırlı bir eylemsellikle sürdürmesine olanak tanır.

Bu bağlamda, dijital ortamda yapılan paylaşımlar ya da tepkiler, kişiye bir sorumluluğu yerine getirmiş olma duygusu kazandırabilir. Ancak bu tür etkileşimler çoğu zaman gerçek bir toplumsal katılımın yerini tutmaz. Sonuç olarak birey, fiziksel çevresinde olup bitenlere karşı giderek daha duyarsız hale gelebilir. Ekrana yönelen bakışlar, yakındaki insanlara karşı kayıtsızlaşmayı da beraberinde getirebilir.

Bireyin dijital ortamda seçtiği temalar etrafında kurduğu kimlik, çoğu zaman gerçek dünyadaki sorumlulukların geri plana atılmasına neden olur. Bu bağlamda dijital bağlılıklar, bireye kısa vadede güvenli ve rahat bir duyarlılık alanı sunsa da, uzun vadede onu yaşadığı topluma karşı daha mesafeli, soyut ve zaman zaman da daha kayıtsız bir konuma sürükleyebilir.

Toplumda kurulan bağlarının zayıflamasına dair en çarpıcı örneklerden biri, Into the Wild (2007) filminde karşımıza çıkar. Gerçek bir hikâyeye dayanan bu yapım, Christopher McCandless’ın üniversite sonrası sahip olduğu her şeyi geride bırakarak medeniyetten uzak bir yaşamı tercih etmesini konu alır. Ailesini, arkadaşlarını ve şehir hayatının sunduğu tüm konforu terk ederek yola çıkan McCandless, bireysel özgürlüğü doğada arar. Onun bu seçimi, modern yaşamın kalıplarına karşı bir başkaldırıdır.

McCandless’ın hikâyesi, tüketim odaklı, hızla değişen ve yüzeysel ilişkilerle örülü bir dünyada, bireyin anlam ve hakikat arayışını gözler önüne serer. O, çevresinden gelen beklentilere, başarı tanımlarına ve sosyal rollerin dayattığı kimliklere sırt çevirerek, daha “saf” bir yaşama ulaşmak ister. Ancak bu yalnız yolculuk, sonunda onu başka bir gerçeğe götürür: İnsan, ne kadar özgür olmak isterse istesin, bir başkasına ihtiyaç duyar. Çünkü paylaşılmayan bir yaşam, eksik kalır.

Bu film, bireyin toplumsal yapılarla kurduğu ilişkiyi tamamen kesmesinin ne kadar sürdürülebilir olduğunu da sorgulatır. Kişi, aidiyet duygusunu reddedebilir; ama tamamen ondan arınmak, doğası gereği zor görünür. Çünkü insan, anlamı yalnızca kendinde değil, başkalarıyla kurduğu ilişkilerde de bulur. McCandless’ın vardığı noktada keşfettiği gibi: “Mutluluk, paylaşıldığında gerçektir.”

Bu bağlamda, toplumdan uzaklaşmak bir özgürlük arayışı olabilir; ancak aidiyetten tamamen vazgeçmek, insan olmanın temel dinamiklerinden birini eksiltmek anlamına gelir.

(SÇ/EMK)

Ulus Baker ve Dziga Vertov’un görsel kültür kuramları, imajların sadece gerçekliği yansıtmakla kalmayıp, toplumsal düşünce biçimlerini ve politik kanaatleri dönüştürme gücüne sahip olduğunu ortaya koyar. Bu potansiyel, özellikle otoriter rejimler tarafından bir tehdit olarak algılanır. Görsel temsil, politik düzlemde estetik ifadeden öte bir araç hâline gelir ve toplumsal algıların şekillenmesinde etkin rol oynar.

Türkiye’de 2010’lu yıllardan itibaren yükselen baskıcı politikalar ve medya üzerindeki sistematik denetim, bu duruma özgü örnekler sunar. İktidarın görsellerle kurduğu çatışmalı ilişki, yalnızca mevcut düzenin sarsılmasından duyulan endişeyle açıklanamaz; kamusal hafıza ve kolektif kanaatlerin inşasında kontrolü kaybetme korkusuyla da bağlantılıdır.

Dijital mecralarda hızla yayılan görseller, denetimi aşındırma riski taşıdığından hassas bir alan olarak öne çıkar. Baker’in belirttiği gibi, imajlar toplumsal gerçekliği pasifçe yansıtmak yerine onu kurar ve yeniden üretir. Türkiye’de sosyal medya ve dijital platformlarda dolaşan görsel içeriklerin, iktidarın toplumsal algı üzerindeki etkisini zayıflatabileceği düşünülebilir.

Görsel üretimin gazetecilerden sanatçılara, sıradan yurttaşlardan aktivistlere kadar geniş bir kesim tarafından gerçekleştirilmesi, ifade özgürlüğünün bir tezahüründen öte, bazen direniş biçimi olarak okunabilir. Bu duruma karşılık iktidar, çeşitli sansür, gözetim ve baskı mekanizmalarını devreye sokar.

Toplumsal hafıza ve düşünsel yapıların denetimi, iktidarın egemenliğini sürdürme araçlarından biridir. Pierre Bourdieu’nun “sembolik şiddet” kavramı, bu süreci anlamak için önemli bir çerçeve sunar. İktidar, yalnızca fiziksel ya da hukuksal değil, sembolik düzlemde de bireyler üzerinde etkili olur.

Bu şiddet, bireylerin dünyayı algılama ve anlamlandırma biçimlerinin iktidar eliyle şekillendirilmesini içerir. Türkiye’de medya üzerindeki yoğun denetim ve sansür uygulamaları, sembolik gücün yansımasıdır.

Görsel imgeler, yalnızca temsil aracı olmanın ötesinde, toplumsal normları dönüştürme ve hâkim anlatılara karşı yeni düşünsel alanlar açma potansiyeline sahiptir.

Bir protestonun, bireysel direnişin ya da gündelik bir anın kayda alınıp yayılması, iktidarın kurguladığı gerçekliğe müdahale işlevi görebilir. Bourdieu’nun “alan” teorisi, bu görsel üretimleri medya alanı içindeki güç ilişkilerinin bir parçası olarak okumayı sağlar. Medya, yalnızca içeriğin kendisiyle değil, içeriğin nasıl sunulduğuyla da toplumsal algıyı şekillendirir.

Görselin üretim ve dolaşım bağlamı, toplumsal hafıza üzerinde etkili olacak yeni anlatıların gelişmesine zemin hazırlar. Bu anlatıların ortaya çıkışı, iktidar açısından müdahale edilmesi gereken bir tehdit olarak değerlendirilir.

Felsefi açıdan imajların toplumsal anlam üretme süreçlerindeki rolü, Jean Baudrillard’ın........

© Bianet