menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Gümüşe hücum tekrar yoğunlaşırken

9 2
15.11.2025

Yapay zekâ araştırmacıları insan beyninin hızına ulaşabilmek için yeryüzündeki en iletken maden olan gümüşe bel bağlamış vaziyette. Zaten gümüş olmasa yapay zekâ, elektronik teçhizatlar, kameralar, aynalar… var olmayacaktı.

Dolayısıyla şu anda çokuluslu şirketlerin gözü bir kez daha milyonlarca insanın gümüş madenciliğinde ölmüş olduğu Potosí’ye dikili. Amaçları kentin çevresinde dünyanın en büyük maden ocaklarını açmak ve şimdiye kadar yeryüzü kabuğunda ulaşılmamış derinliklere ulaşmak.

Gümüş (Silver) adlı belgesel, biz film boyunca şahit olduklarımızın ağırlığı altında zaten çoktan ezilmiş haldeyken yukarıdaki cümlelerle sona eriyor.

Kolonyalist güçlerin ölesiye sömürdükleri Bolivya’nın bu lanetli kenti, her ne kadar 1987 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası ilan edilmiş olsa da günümüzde 12 bin madenci ailesinin sefil hayatlarına ev sahipliği yapmayı sürdürüyor. Dünya prömiyerini gerçekleştirdiği Krakow Film Festivali’nden beş ödülle çıkmış olan filmin yönetmen ve senaryo yazarı hanesinde sinemacı Natalia Koniarz’ın ismini görüyoruz. Muhtelif etkinliklerdeki yolculuğunu sürdürmekte olan 2025 Polonya, Finlandiya, Norveç ortak yapımı 79 dakikalık çarpıcı belgeselin Jihlava Uluslararası Belgesel Film Festivali’nde aldığı üç ödülden birinin de sinematografiden sorumlu Stanislaw Cuske’ye gitmesi tesadüf değil. Ne de olsa zor şartlarda ışığın azami seviyede değerlendirilmesi kadar yer altında ilkel şartlarda çalışmakta olan madencilerin peşindeki kameranın aldığı riskler ziyadesiyle dikkat çekici.

Asırlar boyunca madenin işletilmesi sırasında tahminen 8 milyon kişinin öldüğü Potosí’de azıcık kalmış gümüş rezervleri yüzünden sık sık madenci vefatları yaşanmaya devam ediyor; yetişkin erkekler dışında kadınlar, yaşlılar, çocuklar fazlasıyla riskli çalışma koşulları yüzünden hızla yıpranıyorlar.

Stanislav’ın kamerası hakikati mümkün olduğunca tarafsız şekilde yakalamaya çalışıyor, Natalia’nın dinamiklere mümkün olduğunca müdahalesiz bakış açısı seyircinin Potosí’ye nüfuz etmesini mümkün kılıyor. Her ne kadar maden dışındaki muhteşem sekanslar ideal ışık sayesinde gözümüzü okşasa da karanlık ve dar tünellerde klostrofobiye kapılma ihtimali yüksek.

Birtakım kadınları koka yaprağı çiğnerken görüyor, yaşlı bir kadının koca bir taşı kırma çabalarına şahit oluyoruz. Bazı çocuklar karanlık ve riskli tünellerde büyüklerinden kazma tekniklerini öğrenirken, bazıları okula devam ediyor. Mahallelerine dadanmış hırsızların evlere girip küçücük kızları nasıl korkuttuğunu da öğreniyoruz. Okuldaki öğretmenin meseleyi sınıfta ele alışı ve olası cinsel saldırılardan pedagojik herhangi bir hassasiyet göstermeden bahsedişi seyirciyi dehşete düşürdüğü gibi Potosí’de şartların tahmin edebileceğimizden çok daha çetin olduğunu da ispatlıyor.

Şeytan içerikli batıl inançların halen tedavülden kalkmamış olması ayrıca üzücü.

Film boyunca sanki bu zehirli havayı biz de soluyoruz; içimiz adeta kapkara toz toprakla doluyor.

Ida ve Soğuk Savaş filmlerinin yönetmeni Pawel Pawlikowski’nin idari yapımcılığını üstlendiği şiirsel belgesel seyirciye muhakkak ki sarsıcı bir tecrübe yaşatıyor.

Filmde yeraltında terlerken tanıdığımız bir madencinin direk dansı yapan bir konsomatrisle vakit geçirdiği sekanslar kasvetle harmanlanmış ümitsizliği katmerliyor.

Ya tüm bunlarla pek alakası yokmuş gibi görünen bilumum turistlerin madenci kıyafeti giyinerek tünellerde gezmesi ve selfie mastürbasyonuna girişmesine ne demeli!

Geçen asırlara rağmen Potosí birileri için içinden çıkılmaz bir kara çukur olmayı sürdürürken insanın aklına bir kez daha meşhur yazar Eduardo Galeano’nun şaheseri Latin Amerika’nın kesik damarları geliyor.

Potosí’de, derin fakirlik kurbanı çocuklar eğlenebilmek için kum tepelerinden aşağıya otomobil lastikleri yuvarlıyor; hatta gayet riskli olmasına rağmen popolarının üstünde yamaç aşağı şahsen kayıyorlar.

Ölüm yaşının ortalama 40 olduğu acıklı coğrafyada belki de bu anlar hayatlarında en mutlu ve hür oldukları anlar…

(RL/TY)

Çağımızın vizyoner yönetmenlerinden Guillermo del Toro, 1990’lardan itibaren çoğunlukla ABD’de kurduğu sinemasında insan olmayan varlıklara merakını sıklıkla konu edindi. Onun el işçiliğine, özgür hayal gücüne ve kanona tekrar bakmaya dayalı sineması pek çok kez “canavar”a, “öteki”ye ve oraya ait olmayana şefkat göstermeye davet etti seyircisini. Ancak del Toro’nun farklı olana yönelen bakışı her zaman insan olmanın doğasıyla ilgili sahip olduğu iyicil, hümanist kavrayışla alakalıydı. Shape of Water’dan Pan’s Labyrinth’e, Guillermo del Toro's Pinocchio’dan Crimson Peak’e pek çok filminde karanlığı onu yaratan sebeplerle birlikte görürken aydınlığı insan olma çabasının özünde buldu yönetmen. Canavarlara neden canavar dediğimizi sorguladığı yollar üretti. Guillermo del Toro’nun sinema ve edebiyat tarihine olan tutkusunu da düşününce yönetmenin yeni bir Frankenstein uyarlaması çekmesi hiç de şaşırtıcı bir haber değil aslında.

Proje fikrinin ortaya çıkması 2007’ye kadar dayanan, yıllar içerisinde çeşitli dönüşümlere uğrayan Frankenstein sonunda nihayete erdi ve seyirciyle buluşmaya başladı. Venedik’te gerçekleştirilen dünya prömiyerinin ardından Oscar Isaac, Jacob Elordi ve Mia Goth gibi yıldızlardan kurulu oyuncu kadrosunun da etkisiyle ödül sezonunda adını duyacağımız filmlerden birisi olması da muhtemel. Film bilhassa Jacob Elordi’nin canavara hayat verdiği güçlü performansı, del Toro’dan beklenen yaratıcı prodüksiyon tasarımı ve son bölümdeki dokunaklı anlatısıyla ilgi de görecektir. Öte yandan Frankenstein’ın iki yüzyılı aşkın alımlanma ve yeniden üretilme tarihinde bu versiyonun nereye yerleştiği de ayrı bir merak konusu. Zira Frankenstein, yazarı Mary Shelley tarafından kaleme alındığı dönemden itibaren anlatı geleneklerine etki etmiş, gotik edebiyat denince ilk akla gelen metinlerden birisi olan, sonrasında sinemaya defalarca uyarlanmış bir eser. Guillermo del Toro’nun filmi de kaynak metinden başlayarak neredeyse tüm Frankenstein temsillerinden parçalar alarak ilerleyen, eklektik bir yapıya sahip ancak handikapları da burada başlıyor.

Mary Shelley’nin ilk olarak 19. yüzyılın başında yayımlanan romanı, Aydınlanma Çağı’nın aşkın bilim anlayışına karşı bir eleştiri getiren, bilimin kutsal ve hegemonik güce sahip olduğu bir dönemde yazılmış bir romantizm spekülasyonudur aslında. Başat hegemonik gücün, pozitif bilimin sınırlarını ve etiğini sorgulayan, modern insanın doğaya üstün gelme çabasının yakıcılığını (bizzat Prometheus referansıyla) hatırlatan bir metin. Bunu yaparken de mektuplar aracılığıyla, çok anlatıcılı bir matruşka yapısı kurup sözün iktidarını çoğullaştıran bir katman oluşturuyor. Bu tarihselliği bir yana, Mary Shelley’nin metni yalnızlık, bilimsel etik, bireyin sorumluluğu gibi temalara uğrayarak insan olmak ne demektir sorusuna cevap arayan, felsefi zemini derinlikli bir metin. Daha önemlisi, yazıldığı çağın meselelerine eğilen, üzerine oturduğu geçmişe cesur gözlerle bakan ve ilerici, kurucu, aydınlatıcı bir yapıt. Ve belki de, del Toro’nun uyarlaması özelinde en önemlisi, insan olarak var olma........

© Bianet