menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Esmer olmak kabahat mi?

20 0
01.11.2025

1960 Madrid doğumlu María de la Almudena Grandes Hernández, İspanya’nın dünyaya kazandırdığı en mühim çağdaş yazarlardan biri kabul ediliyor. Şair Luis García Montero ile evli olan ve renkli kariyeri boyunca muhtelif ödüllere layık görülen Almudena, 2021 yılında vefat etmişti.

Yakın arkadaşı, kadın sinemacı Azucena Rodríguez’in Almudena hakkında çekmeye başladığı belgesel beklenmeyen ölüm nedeniyle sekteye uğramış; Azucena, projeye tekrar sarılarak meşhur yazarın hatırasının canlı kalmasına yönelik çalışmasını 2025’in başında neticelendirmişti.

"Yazar: Almudena Grandes (The Writer: Almudena Grandes)" adlı belgesel, yönetmenle kahramanı arasındaki yakın münasebet sayesinde ziyadesiyle samimi ve seyirciyi derinden etkileyen bir sinema eseri olarak değerlendirilebilir. Dünya prömiyeri Málaga Film Festivali’nde gerçekleşen, 80 dakikalık İspanya yapımı belgesel, en son Donostia–San Sebastián Uluslararası Film Festivali’nde gösterilmişti.

Esmerliği başta olmak üzere Almudena’yı çocukluğundan itibaren en çok etkileyen hadiseler, yönetmen Azucena’nın yazdığı “şurup gibi” akıcı senaryoda peş peşe sıralanıyor; eşi Luis ve kızı Elisa’nın filmdeki varlığı ise anlatıma zenginlik katıyor.

Franco diktatörlüğü sonrasındaki geçiş dönemi İspanya’sının cinsel özgürlük arayışlarını sinemaya da uyarlanan "Lulu" romanında layıkıyla duyuran Almudena, 80’lerin sonunda ülkesinin gözbebeği olmuştu. Hazırlıksız yakalandığı şöhret bir yana, kitabının kahramanıyla özdeşleştirilmişti. Ancak kendini sansasyonel magazin dünyasına teslim etmek yerine, Almudena yazarlık hususunda istikrarla yoluna devam etmeye karar vermişti.

Annesi de esmer olmasına rağmen, Almudena çocukluğundan beri kendini sarışın ve mavi gözlülere göre şanssız addediyordu. Ne de olsa bu sebepten dolayı okul müsamerelerinde ya da ayinlerde melek veya Meryem Ana’yı temsil etmesi mümkün değildi.

Almudena’ya göre annesi, esmerliğine rağmen Avrupai’ydi; kendisi ise iri, kaslı, biraz şişman, kaba ve kıllı olduğu yetmezmiş gibi hareketlerinde de koordinasyon eksikliği vardı. Almudena’nın kız evladı Elisa’nın da benzer dertlerden muzdarip olduğunu, şefkatle eğildiği mazisinde çok küçük yaştan itibaren belirmiş bıyık örtüsüyle rahatlıkla yüzleştiğini belgeselde görüyoruz.

Almudena’nın, İspanyol kültürüne yerleşmiş ve silinmesi gerektiğine inandığı “Sen annenin çocuğu değilsin, seni Çingeneler getirip bıraktı” mitolojisinin kurbanı olduğunu da öğreniyoruz. Çocukluğunda başlayan yazarlık denemelerinde aslında hiç bitiremediği ilk eserinin de mevzusu bununla alakadardı.

Romanlarda, bir aileye teslim edilmiş bir çocuğun aslında yıllar önce kaybolmuş, mevzubahis ailenin özbeöz evladı olduğu ortaya çıkıyordu.

Almudena’ya dedesinin hediye ettiği, çocuklar için hazırlanmış Homeros’un Odysseia’sı bu yüzden meşhur yazar için mühim bir anlam taşıyordu. Odysseus, karısı Penelope’nin taliplerini tek tek öldürürken haksızlığa uğradığını düşünen Almudena, melek rolleri kendisine verilmediği için içinde birikmiş acı duygularını bertaraf ediyor; kendi intikamı alınıyormuş gibi hissediyordu.

Cervantes hayranlığı da bilinen Almudena’nın, evde yazmaya konsantre olduğu anlarda şamatayla dikkatini dağıtan aile fertlerine mübalağayla şöyle bağırdığı da olmuş:
“Cervantes bile hapiste bu kadar zor şartlarda yazmamıştır… Benim durumumda olsa Don Quijote’yi zor yazardı!”

Geleneksel biyografik filmlerden sayabileceğimiz, Almudena hakkındaki belgesel; kahramanının perdeden taşan dobra enerjisiyle kendine has bir tecrübeye dönüşüyor. Eserlerinde olduğu gibi gündelik hayatında da ezilenlerin, toplum tarafından marjinalize edilmişlerin yanında duran meşhur yazar, siyasi olarak sol çizgiyi benimsemiş; Franco diktatörlüğü zulmünü yansıtan eserlere imza atmıştı. Almudena’nın gazete yazıları El País’te muntazaman yayımlanıyordu.

Memleketi “mutluluğa âşık” Madrid’le özdeşleşmesi bir yana, sayfiye evlerinin bulunduğu Cádiz Körfezi’ndeki Rota’daki mutluluğunu ve ölümünden sonra oluşan boşluğu en isabetli ifade edenin, şair, edebiyat eleştirmeni, akademisyen ve Cervantes Enstitüsü Başkanı olan eşi Luis’in olması şaşırtıcı değil.

Ustası olduğu mutfakta yemek pişirirken meditatif hâllere geçtiğini de öğrendiğimiz Almudena’nın bir diğer zaafı ise futbollmuş. Hareketli olduğu kadar kaotik olan sevgili şehri Madrid’in iki takımı, Real Madrid ile Atlético Madrid arasındaki seçimini Marx’a başvurarak bize anlatıyor: “Bu bir sınıf mücadelesidir!” Ne de olsa bir yanda isminde kraliyet payesini taşıyan Real Madrid, diğer yanda “atletik” sıfatıyla şehrini temsil etmeye soyunmuş ezelî rakibi vardır. Zenginleri hor görme ve hayırseverlikle özdeşleştirirken, yanında durduğu fakirlere zenginlerden nefret etme hakkını da teslim ediyor.

Normalde öngörülen bir dakikalık süresinden çok önce bozulan futbol stadyumlarındaki saygı duruşlarından farklı olarak, maç öncesi stadyumda yeni vefat etmiş Almudena’yı anmaya yönelik upuzun saygı duruşu, İspanya’nın yazarını nasıl bağrına bastığını layıkıyla ispatlıyor.

(RL/EMK)

Kendimi ne zaman bu akışın içinde bulduğumu bilmiyorum, ama nedenini biliyorum. Yılın büyük bir kısmını Latin Amerika edebiyatından seçmeler okuyarak geçirdim.

Uzak kıtanın dillerini bilmemenin ve çeviriye mahkûm olmanın görünmez bir duvar gibi, en azından yarı geçirgen bir zar, bir perde gibi anlatılanın ruhunu tam kavramamı zorlaştırdı. Yine de Latin Amerika ülkeleri ve Türkiye arasındaki tarihsel benzerlikleri hatırlayarak ortak bir duygunun, bir ruh halinin peşine düştüm.

Burada yazacaklarım ve anlatmak istediklerim bir edebiyat analizi ya da metin çözümlemesi değil, edebiyatın toplumcu dışavurumlarına bir güzelleme hiç değil.

En kısa ve basit haliyle söylemek gerekirse, siyasetiniz neyse sanatınız odur. İçinde bulunduğunuz tarihsel bağlamın siyasi iklimi, yalnızca yaşadıklarınızı, karşılaşmalarınızı, maruz kaldıklarınızı belirlemez, o bağlamın düşünce evrenini ve yaratıcılığını da belirler.

Özgürlüklerin siyasetle sınanmadığı, bireylerin sansür ve baskıyla tehdit edilmediği bir ortamda bilimde, sanatta, eğitimde yenilikçi çabalar filizlenir, buna ekonomik güvenceleri de eklediğimizde yaratıcılık sınır tanımaz. Bunun tam tersi bir durumda, daha açık bir ifadeyle otoriter ve totaliter rejimlerin baskısı altında sansür artık bireylerin tüm varoluşuna sirayet etmiş, neredeyse genlerine kodlanmış bir otosansüre dönüşür, tek sesliliğin yüceltildiği bir ortamda tüm diğer sesler kuyularında yankılanmaktan öteye gitmez.

1970’lerde öne çıkan eleştirel kalkınma kuramlarına aşina olanlar Latin Amerika’da beş yüz yıl boyunca hüküm süren sömürgeciliğin neden olduğu sömürü ve az gelişmişlik durumunu bu literatürden tanıyabilir. Andre Gunder Frank’ın 1966’da Monthly Review’da yayınlanan makalesi Azgelişmişliğin Gelişimi (Development of Underdevelopment) başlıklı makalesi, merkez ülkelerle çevre ülkeler arasındaki bağımlılık ilişkisini ve merkez ülkelerin askeri müdahaleler ve ekonomik tahakküm yoluyla bu ülkeleri bilinçli olarak geri bıraktığını tartışır[i].

Bağımlılık teorisi ekolünden gelen ve daha çok ekonomik kökenlere odaklananlar dışında Latin Amerika çalışmaları içinden gelen ve kimlik, özellikle ırk ve kültür konularına odaklananlar da sömürgeciliğin Latin Amerika’daki sosyal ve kültürel sonuçlarını gösterir.

Walter Mignolo[ii] ve Anibal Quijano’nun[iii] çalışmaları sömürgeci tahakkümün epistemolojik sonuçlarına odaklanır ve sömürgeciliğin tasfiyesinde yalnızca ekonomik ve politik bağların değil, zihinsel bağların, sömürgeci düşünme biçimlerinin de çözülmesinin gereğini vurgular. Ancak bu teorik okumalar her ne kadar öğretici olsa ve zengin referanslar içerse de usta bir anlatıcının okuruna hikayesini yaşatan sesine sahip olamaz.

Eduardo Galeano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları’nda bildiğimiz bir Latin Amerika tarihini, Avrupa sömürgeciliğinin acımasız gelişimini yalnızca politik güç ilişkileri ve ekonomik sömürü açısından değil, Latin Amerika uygarlıklarının yok edilmesi açısından anlatıyor[iv]. Amerika’nın keşfinden, daha doğrusu sömürgecilerin kıtayı işgalinden itibaren yerli halkları uygarlıkları ve kültürel birikimleri hiç sayılarak öldürülüyor, yerinden ediliyor ve aslında birer kültürel miras olan varlıkları maddi değerleri için talan ediliyor.

Sömürgecilerin kendilerinde bunu yapmaya hak görmelerinin en önemli sebebi yerli halkları insan olarak değerlendirmemeleri. O kadar ki sömürgecilikten dört yüz yıl sonra, 1957’de Paraguay’ın en yüksek mahkemesi diğer yargı yetkililerine hitaben yerlilerin de cumhuriyetin diğer sakinleri gibi insan olduklarına dair bir not gönderir.

Galeano’nun aktardığına göre daha sonraki tarihlerde Asunción Katolik Üniversitesi Antropolojik Araştırmalar........

© Bianet