Barış, sağlıklı toplum, sağlık emekçileri ve TTB
Türkiye’de 40 yılı aşan bir zamandır devam eden “düşük yoğunluklu savaşın-çatışmanın” bitirilmesine yönelik olarak bir süredir tarafların görüşme ve müzakere sürecini başlatmış olması nedeniyle, kamuoyunun gündeminde de “barış” var. Nasıl sağlanacağı, korunacağı ile barışın içeriğine yönelik tartışmalar farklı farklı şekillerde de olsa başladı ve devam ediyor. Bu yazıda, koşullarım nedeniyle sınırlı da olsa konuyla ilgili literatür taraması da yaparak sürece sağlık alanından bir miktar katkı sunabilmeyi hedefliyorum. Çünkü barış ve barışı destekleyen koşulların “sağlık hakkı”nın varlığı için zorunluluk olduğu, bilimsel bilgiye dayalı olarak ortaya konmuştur.
Türkçe sözlüklerde her üçü de eşanlamlı isim olan “barış-sulh-hazar”; “savaşın bittiğinin bir antlaşmayla belirtilmesinden sonraki durum; böyle bir antlaşmadan sonra insanlık tarihindeki süreç: Barış içinde yaşamak; uyum, karşılıklı anlayış ve hoşgörü ile oluşturulan ortam,” olarak tanımlanıyor.
Yanı sıra, “barış ve sağlık” ana konusundaki tıbbi literatürde de barış, “yalnızca savaş veya şiddetin (doğrudan, dolaylı, yapısal veya kültürel) olmaması veya başkalarına zarar vermeme olarak değil, aynı zamanda sistematik bir şekilde bir bütünleşme (entegrasyon) durumu ve olumlu, besleyici, saygılı ve işbirlikçi ilişkiler oluşturma” olarak tanımlanıyor. Literatürlerde barışın, kişisel ve toplumsal düzeyde ele alındığında ekonomik, politik, sosyal ve biyolojik faktörlerden doğrudan ya da dolaylı olarak etkilenmesinin yanında, temel bir “hak” olarak kabul edilmesine yönelik öneri ve saptamalar da yer alıyor.
Tarih boyunca savaşlar başlangıçta insan-karar odaklıyken, kapitalizmle birlikte sermaye-karar odaklı olmaya başlamış. Günümüzde ise büyük çoğunluğunu sermaye-karar odaklı olan savaşlar oluşturuyor. Başka bir ifadeyle, ilk dönem savaşları insana-topluma yurt ve/veya beslenme alanı bulmaya yönelikken, kapitalizmle birlikte özellikle de son dönem savaşları sermayeye yaşam alanları yaratmaya yönelik olarak gelişiyor. Sermayenin krizini aşabilmesi amacıyla değişmez sermeye (girdi) ve ürün piyasası alanlarının düzenlenmesi ve/veya oluşturulması öne çıkıyor. Beraberinde insanın da metalaştırılması hız ve yaygınlık kazanıyor. Toplumsal sorunlar daha da derinleşerek üst üste ekleniyor, birikiyor.
Savaş, kapitalizmde sistemin krizinin aşılabilmesi için kullanılan önemli araçlardan birisi oldu. 20. yüzyılın ilk yarısına sığdırılan dünya ölçeğindeki iki savaşının ardından, kapitalizmin 1970’li yıllarda girdiği yapısal krizinin çözümüne yönelik hedefler arasında savaşın araçsallığı daha da etkili bir hale gelerek devam ediyor. Savaşlar, 1980’lerin ikinci yarısından başlayarak, Kuzey Amerika ve Kıt’a Avrupası dışında, dünyanın birçok coğrafyasında, daha çok ülkelerin kendi içinde olmak üzere, yoğunlaştı. Günümüzde söz konusu coğrafya dışında dünyanın hemen her köşesinde irili ufaklı savaşlar-çatışmalar sürüyor. Emperyalistler, ‘önleyici savaş’ adıyla, çevre ülkelere doğrudan (yaşanmakta olan değil, gelecekte ortaya çıkabileceği tanımlanan bir sorunu gerekçe göstererek) askeri müdahalelerde bulunuyor. Mart 2003’te ABD liderliğindeki “haydut devletlerin” bir araya gelerek oluşturduğu “koalisyon güçleri” tarafından ilk defa uygulanırken, günümüzde İsrail tarafından Filistin, İran, Suriye, Lübnan, Yemen’e karşı uygulanmaya devam ediyor. Öyle ki Ortadoğu, yeni silahların da denendiği bir coğrafyaya dönüştürüldü.
Başlangıçta savaşçıların bire bir karşı karşıya gelmesiyle gerçekleşen savaşlar ateşli silahlarla daha uzak mesafelerden de gerçekleştirilebilir oldu. Günümüzde ise, savaşlar insansız hava araçlarıyla (İHA) bir grup teknik personel tarafından, “bilgisayar oyunu oynar gibi” kontrol odalarından gerçekleştirilebiliyor. Savaşta ölen siviller toplam ölümlerin 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar yaklaşık yarısını oluştururken, ikinci paylaşım savaşında yaklaşık yüzde 65-70’ini, günümüzdeyse yaklaşık yüzde 90’ını oluşturuyor.
Savaş yalnızca yaşam hakkı ihlali değil, yanı sıra insan sağlığı üzerinde de doğrudan ve/veya dolaylı olarak derin etkiler yaratıyor. Çünkü savaş, farklı biçim ve yoğunluklarda olsa da benzer felâketlere neden oluyor. Zorla yerinden edilme, yaralanma, sakatlık ve ölüm felaketlerin ilk sıralarında yer alıyor. Çocuklar ölümün yanı sıra, ailesiz-kimsesiz kalma, açlık, eğitim alamama ve “savaşçı” olarak kullanılma riskiyle de karşı karşıya kalıyor. İşkence, kadın ve çocuklara yönelik cinsel saldırı, psikolojik travma artıyor. Gıda yetersizliği nedeniyle beslenme bozuklukları, kıtlık nedeniyle açlık ve açlıktan ölümler yaşanabiliyor. Özellikle bulaşıcı hastalıklar artıyor, salgınlar yaşanabiliyor. Barınma koşulları, sağlık ve eğitim sistemi zarar görüyor, bozuluyor. Toprak, su ve hava kirliliği, orman yangın ve kesimi başta olmak üzere, ekolojik felaketler de artıyor. Bunlarla beraber, sayılarla ortaya konması neredeyse olanaksız olan kaygı, korku, çaresizlik, aşağılanma, acı gibi algılara, duygulara ve deneyimlere de neden oluyor. Sayılan felaketlerin bazılarının ya da hepsinin bir arada, değişik boyutlarda yaşanması “sağlık hakkı”nın önünde engel oluşturuyor. O nedenle savaş, onarılması uzun yıllar alabilen sadece bireyin değil toplumun sağlığını bozuyor.
BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR)’nin son raporuna göre, 2023 yılında 117 milyon 300 bin insan yerinden edilmiş. Dünya 2023 yılını savaşsız-çatışmasız geçirebilseydi böyle bir sorun ve bu sorunun yarattığı diğer sorunlar yaşanmayacaktı, diyerek sayılarla başlayıp devam edebiliriz. Heilderberg Enstitüsü ve BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin verilerini birlikte kullanarak “dünyada tek bir gün tüm silahlar susturulabilirse”, yaklaşık 21 bin 600 insanın zorunlu göçünün, yaklaşık 2 bin 400 insanın sakat kalmasının ve yaklaşık 960 insanın ölümünün engellenebileceği tahmin ediliyor. Eğer silahlar tümden susarsa önceki paragrafta sıralanmış olan savaşa bağlı felaketlerin tümü ortadan kalkabilecek. Değmez mi? İnsan için değer elbette. Ancak, kapitalizmin doğanın yanında insanı da metalaştırdığı, yaşamın krizinin hüküm sürdüğü 21. yüzyıl koşullarında hiç de kolay olmayacak.
Dünya genelinde yürütülen bilimsel çalışmalarla elde edilen bilimsel bilgiler ve tarihsel gözlemlere dayalı olarak; kişi ve/veya toplum olarak “sağlıklı olmak” için öncelikle içinde yaşadığımız toplumda eşitlik, özgürlük, barış, demokrasi ve adalet olmak üzere, “temel koşulların” varlığı, evrensel değerlere paralel olarak tesis edilmiş ve uygulanıyor olmasının gerektiğini biliyoruz. Ancak bu “temel koşullar” var olduğunda toplumun bütün üyelerinin “sağlıklı olmak” için gerekli olan yeterli ve dengeli beslenme; temiz, yeterli içme ve kullanma suyu; sağlıklı konut; temiz çevre; eğitim; sosyal ve kültürel faaliyetler; spor; ulaşım vb. öğelerle birlikte, sağlık hizmetine de gereksinimi olduğu kadar ulaşabilmesi, kullanabilmesi sağlanabilir. Dünya Sağlık Örgütü’nün de katkılarıyla Kasım 1986 tarihinde hazırlanan “Ottawa Sözleşmesi” böylesi bir kabulün ürünüdür. Sağlıklı bir toplum, yalnızca sağlık hizmetlerine ulaşılması, kullanılması önündeki engeller kalktığında sağlanamaz. Sağlık sistemi ve sağlık hizmeti sunumu yukarıda sıralanan temel koşulların sağlanmasına gereksinim duyar. O nedenle sağlık hakkının gerçekleşebilmesi ve sağlıklı toplum için ön koşullardan birisi de barıştır.
Barış ve barışın toplum tarafından talep edilmesine yönelik yaklaşımlar, sağlıklı toplum ve sağlıklı toplumun sağlanması modelleriyle benzerlik taşımaktadır. Savaşın yarattığı sağlık sorunları da dahil olmak üzere, neden olduğu felaketleri engelleyerek halk sağlığını koruyabilmek için sağlık emekçilerine mesleki sorumluluk da düşüyor. Sağlık emekçileri halk sağlığının bozulmasını engelleyebilmek için barışı desteklemeli, kalıcı olabilmesi için çaba gösterebilmelidir. Böylesi bir çaba için yıllarca önce “Sağlık Yoluyla Barış” akademik bir disiplin-bölüm olarak hayata geçirildi. Bu bölümlerdeki akademik kadrolar, savaş alanlarında ve savaş riski taşıyan bölgelerde sağlık müdahalelerinin barışa nasıl bir katkıda bulunabileceğini araştırıyor ve........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Sabine Sterk
Stefano Lusa
Mort Laitner
Mark Travers Ph.d
Ellen Ginsberg Simon
Gilles Touboul
John Nosta
Gina Simmons Schneider Ph.d