menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Kanada edebiyatına sığınmak - II

10 2
21.06.2025

Portekiz ve Tayland’da geçen dört yılın ardından, Temmuz 2004’te düğünümden bir hafta önce Vancouver’a uçtum. O yaz, nişanlımla birlikte aynı kitabı okuyorduk: Yann Martel'in Pi'nin Yaşamı. O kitaptan birçok alıntıyı birbirimizle paylaştığımızı hatırlıyorum: “Karşılaştığımız insanların bizi değiştirebileceği doğrudur; bunu bazen o kadar derinden yaparlar ki, artık eski biz değilizdir, isimlerimiz bile değişmiştir.”

Okuduğum her kitap, yeni pencereler açtı, başka bir evrenin kapısını araladı. Her biri kendi ışığıyla bildiğimi sandığım dünyaya başka bir açıdan bakmamı sağladı. Örneğin, Doğu Kanada’nın Lübnan kökenli Hıristiyan azınlığın yaşamını Fall on My Knees’den ve biraz sonra bahsedeceğim Rawi Hage’in kitaplarından öğrendim. Yıllar sonra Kanada’ya geri dönüp Miriam Toews'in romanlarını okuduğumda, geleneksel ve dinsel yaşam tarzlarını korumak ve askerlik yapmamak için Avrupa’dan Kanada’ya, Kanada’nın düzlüklerinden Güney Amerika ülkelerine kadar göç eden Menonitler hakkında bilgi edindim. Konuları ağır olmasına rağmen, Miriam Toews’in benzersiz, mizahi ve ilginç yazım tarzına bayıldım. Eğer roman yazacak olsaydım, onun gibi yazmak isterdim. Bu tarza yaklaşan henüz bir yazarla karşılaşmadım.

Bu denli trajik (hem de gerçek) hikayeler nasıl hem sürükleyici hem de eğlenceli olabiliyor? Okumak isteyenlere, Toews’in ergen çağını anlatan Karmaşık Bir Nezaket adlı kitapla başlamanızı ve ardından benim en çok beğendiğim, kız kardeşinin intiharı ile ilgili Bütün Ufak Tefek Sıkıntılarım romanına geçmenizi öneririm. Bu iki roman Türkçeye nasıl çevrilmiş, gerçekten merak ediyorum. Türkçelerini bir gün mutlaka alıp okuyacağım, çünkü ikisi de İngilizce kelime oyunlarıyla ve popüler kültür göndermeleriyle dolu. Böylesine belli bir dile özgü metinler acaba Türkçeye nasıl aktarılmış olabilir? Toews’in en son eserlerinden, konusu yine Menonitlerle ilgili ama diğerlerine göre değişik olan Konuşan Kadınlar’ı okurken pek haz alamadım, çünkü tasvirden çok diyaloglara dayalıydı ve bana bir romandan ziyade bir tiyatro oyununu andırdı. Nitekim, bu eser beyazperdeye daha uygun olduğu için bence filme uyarlanması kolay oldu. Ve çok iyi bir filmdi.

Büyük bir Bob Dylan hayranıyım, ama Nobel Edebiyat Ödülü'nün hem Bob Dylan'a hem de Leonard Cohen'e verilmesini isterdim. Efsanevi Kanadalı müzisyen ve söz yazarı Cohen, ölüm ve kayıp temaları yüklü şarkıları nedeniyle “depresif” bir sanatçı olarak bilinir. Benim içinse, Cohen'in monoton sesiyle söylediği bu şarkıların sözlerinin güzelliği, Vancouver'daki yağmura ve memleket özlemine en iyi eşlik eden nağmelerdi. Kendimi depresif yerine melankolik olarak tanımlamayı tercih ediyorum. Cohen dinlemek, ağlamadan sonra gelen bir rahatlık, yağmurdan sonra ıslak odun ve toprak kokusunu içime çekmek gibi ferahlatıcı bir duygu. Arabesk müzik dinler gibi Cohen’in o hüzünle yoğrulmuş melankolik şarkılarında dingin bir huzur ve garip bir teselli saklı.

Bob Dylan bir keresinde Leonard Cohen'in şarkı değil, dua yazdığını söylemişti. Müzik dünyasının bu iki destansı müzisyenin aralarındaki ilişkinin derinliğini ölçmek zor, ama birbirlerine büyük saygı duyduklarını okumak çok güzel bir şey.

Hamile kaldığım dönem ile kızımın beşinci doğum günü arasında geçen yıllar bir tür sersemlik ve afallama içinde geçti. Belki hormonlardan “baby brain”, belki de çocuk yetiştirmenin zorluklarından dolayı, o dönemde okuduğum tek bir kitabı bile hatırlamıyorum; oysa ne çok okumuştum! O sıralar Vancouver'da geçen birçok Iran ve Çin göçmen hikayeleri vardı ve eminim okumuşumdur; ama maalesef hiçbiri aklımda kalmadı. Vancouver parkları ve oyun merkezlerinde, kızım başka çocuklarla oynarken ben kitaplara dalardım. Kızımla değil de sayfalarla vakit geçirmiş olmanın suçluluğu hâlâ yüreğimde yer eder. Tek avuntum; belki de kızımın iyi bir okuyucu olmasını sağlamışımdır.

Gezi protestoları sırasında, ilk defa Kanada'daki evimden dışarıya bakıp kimliğimi ve Türkiyeli hemşerilerimi aradım. İngilizce okumalara ara verip Türkiye'den haberleri ve yazıları takip etmeye başladım. Yeni tanıştığım Türk bir arkadaşım sayesinde hem Sırrı Süreyya Önder, Ahmet Kaya gibi kişilikleri hem de Orhan Pamuk ve Elif Şafak'ın dışında yeni Türkiyeli yazarları tanımaya ve okumaya başladım.

Birkaç yıl sonra İngilizce okumaya geri döndüğümde, Kanada edebiyat dünyasında yerli ve siyah yazarların artık daha görünür olduğunu fark etmiştim. Siyah Kanadalı yazarlardan Lawrence Hill, Esi Edugyan, Ian Williams'ı ve yerli yazarlardan Richard Vagamese, rafları ve okulları doldurmuştu. 1997 yılında, muhtemelen Justin Trudeau ile aynı zamanda, konuk yazarlar ve yerli halk önderlerinin üniversitede verdikleri konuşma ve seminerler sayesinde, yerli çocukların eğitime zorlandığı yatılı okulların varlığını öğrenmiştim. Sokaktaki insanlar ise hâlâ yerli halkı kötülemeye devam ediyordu. Kanadalıların bu acı gerçeğe odaklanması 20 yıl sürdü. Etnik kökeni ve kimliği konusundaki tartışmalara girmeden, Joseph Boyden'ın başyapıtı The Orenda’dan bahsetmek isterim. Bence The Orenda en güçlü Kanada kitaplarından biri sayılmalı. Okuması kolay bir kitap değil. Kitabı okurken hissettiğim rahatsızlık, aradan geçen onca zamana rağmen içimde hâlâ taze. Kitap son derece provokatif; Kanada yerli halkların tarihine, alışılmışın dışında, cesur bir bakış açısıyla yaklaşmamızı talep ediyor. Yer yer dehşet verici işkence sahneleri içeriyor; ancak yazar, Kanada’nın karmaşık ve çoğu zaman göz ardı edilen tarihî kısmıyla açıkça yüzleşmemizi kararlılıkla istiyor. Bu romanda kimse masum değil ama yazar her kahramana saygıyla yaklaşıyor. Bütün Kanadalıların okuması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum.

Bir noktada, Arap-Alevi-Türk-Kanadalı kimliğimden hareketle, Ortadoğulu göçmen yazarları araştırdım. Lübnanlı-Kanadalı yazar Rawi Hage’i böyle keşfettim. Hage’ın romanı De Niro's Game'de, savaşın parçaladığı Beyrut'ta yaşayan insanların hayatlarını ve şiddetin etkisini tasvir ediyor. Cockroach ise Montreal'de geçiyor, ancak karakterlerin çektiği acıların köklerinin ülkelerindeki travmalara uzandığını görüyoruz. Yazım tarzı ham, kaba ve son derece dürüst. Uyarmak isterim; Hage’in kitapları kolay okunur değil ve hatta bazı okurlara bayağı bile gelebilir.

Son olarak, Vancouver'da yaşayan üç yazar arkadaşımdan övünerek bahsetmek istiyorum. Farklı ülkelerden göç eden bu yazarlar; Rachel Rose, Carmen Aguirre ve Anosh Irani. Arkadaşım Rachel'in kısa öykülerinin toplandığı The Octopus Has Three Hearts’ın Giller Ödülü'ne aday gösterildiğini ve Carmen'in kitabı Something Fierce’in Canada Reads'i kazandığını gördüğümde çok gururlandım. Rachel beni bir kitap fuarı sırasında evine davet ettiğinde, orada tanıştığım “yıldız” isimler arasında yazar olmayan, tek sıradan kişi bendim. Kanada’nın en büyük gazetesi Globe and Mail’in sevdiğim köşe yazarı Elizabeth Renzetti, Mısırlı-Kanadalı yazar Omar Al Akkad ve The Tiger kitabıyla tanınan üretken Kanadalı yazar John Vaillant ile orada tanıştım. The Parcel ve diğer birçok hikâyenin yazarı Anosh Irani ile üzerinde çalıştığım bir yazı hakkında fikrini almak için bir kaç kere buluştum. Onun cömert ve dürüst yorumları okumanın eğlenceli ve kolay olduğunu, yazmanın ise son derece zaman alıcı ve güç olduğunu fark etmemi sağladı. Bir kitap satın........

© Bianet