‘Üçüncü kültür çocuğu’ Zohran Mamdani
Bugün bu satırları, Tanzanya’daki iki eski öğrencimin bana ulaşmasının sevinciyle yazıyorum. Biri Birleşmiş Milletler’de (BM) çalışan genç bir diplomat, diğeri iklim adaleti uğruna mücadele eden bir biliminsanı. Biri Gazze’deki çocuklar için uğraşırken, diğeri doğadaki tahribatın yaralarını sarıyor. New York’un yeni belediye başkanı Zohran Mamdani’nin seçilmesi üzerine beni aradılar. İkisinin sesi aynı titreşimle doluydu. Bana, Mamdani gibi adaletten, eşitlikten, onurlu yaşamaktan söz ettiler.
Afrika’nın doğusunda, Tanzanya’da, Hint Okyanusu’nun sıcak neminin eksik olmadığı büyük bir okulda öğretmendim. 1998-1999 eğitim yılıydı. 15 yaşlarındaki öğrencilerim dünyanın dört bir yanından gelmişti. Pahalı bir özel okuldu; ama kâr amacı gütmüyordu. Tanzanya hükümetinden, diğer devletlerden ve BM’den bağımsız, saygın bir kurumdu. Yerel halktan birkaç çocuğa burs sağlanırdı; ama çoğunlukla diplomatların, BM çalışanlarının, büyük yardım kuruluşlarının yöneticilerinin çocukları okurdu burada. Okul ücretleri çoğu kez elçilikler ya da uluslararası kuruluşların bütçelerinden karşılanırdı. Okula her girdiğinizde, BM’nin minyatür bir alanına adım atmış olurdunuz. Renkler, diller, aksanlar iç içeydi. Kimi çocuk Tanzanya’dan, kimi Uganda’dan; kimisi Norveç, Japonya, İsveç, Hindistan ya da Kanada’dan gelmişti. Her biri kendi evinde farklı bir dil konuşur, okulda ise İngilizceyle dünyayı tanımaya ve anlamaya çalışırdı. Aralarında Tanzanya’nın siyah ailelerinin çocukları kadar, yüzyıllar önce Hindistan’ın Gujarat bölgesinden Doğu Afrika kıyılarına göç ederek yerleşmiş Gujarat topluluğuna mensup ailelerin çocukları da okul nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturuyordu.
Mamdani’nin babası da bu topluluğun bir üyesiydi. Baba Mamdani Güneydoğu Afrika’daki Hindistan diasporasının bir parçası olarak Uganda’da büyümüş. Gujarat İsmaili Müslüman ailesinden olan baba o zaman, Tanganyika’da (günümüzde Tanzanya) doğmuş ve daha sonra Mumbai’e taşınmış. Mamdani henüz iki yaşındayken, ailesi benim okulumun olduğu Dar Es Selaam’a dönüyor ve daha sonra babasının profesörlük görevi üzerine New York’a taşınıyorlar. Mamdani’nin anne ve babası bana tam anlamıyla “üçüncü kültür çocuklarını” anımsatıyor. Geçen hafta annesinin, en sevdiğim filmlerden biri olan Salaam Bombay!’ın yönetmeni Mira Nair olduğunu öğrendiğimde, içimde tarifsiz bir heyecan hissettim. Aradan uzun yıllar geçmesine rağmen, bu filmin bende bıraktığı izler hâlâ silinmedi. Mumbai’nin gecekondu mahallelerinde ve sokaklarında yaşayan çocukların hikâyelerini anlatan muhteşem bir filmdi.
Belli ki Mamdani, hem annesinden hem de babasından sosyal ahlâk ve adalet duygusunu miras almış.
Yıllar boyunca birçok ülkede bağımsız bir öğretmen olarak görev yaptım. Gittiğim her yerde bu çocukların sınırlar, bayraklar, milliyetler arasında rahatça geçişlerini gözlemledim. Milliyetçiliğin dar kalıplarından sıyrılmış, özgürce düşünebilen birer dünya vatandaşı olduklarını gördüm. Ama özgürlükleriyle birlikte dünyanın ağır bir sorumluluğunu da taşıyorlardı. Tıpkı Mamdani gibi… Ve yine onun gibi, büyük bir özgüvenle konuşurlardı.
Kelimeleri bir şelalenin çağlayışı gibi kuvvetli, duru, akıcı ve kararlıydı. Cümlelerinde hem gençliğin ateşi hem de düşüncenin sükûneti vardı. Mamdani’nin konuşmalarındaki o açıklık, dürüstlük ve hafif alayla karışık zarif ironiler, bana hep Tanzanya’daki o çocukları hatırlatıyor. Mamdani belki o okulda okumadı, ama ben onun sesinde aynı merakın ve coşkunun yankısını duyuyorum. O, “üçüncü kültür”ün içinden doğmuş gerçek bir dünya insanı.
Bir ülkeye tam olarak ait olmayan; ama birçok ülkeyi anlayabilen çocuklardı onlar. Bazı araştırmalar bu çocukların “kimlik krizi” yaşadığını veya “köklerinden kopuk” olduklarını iddia ediyor; ama bana sorarsanız daha çok kimlik çoğulluğu ya da dünyevi bir kimlik olgularına sahipler derim. Her birinin içinde küçük bir Afrika, biraz Avrupa, bir parça Asya ve büyük bir dünya vardı. Anne ve babalarının meslekleri gereği dünyayı dolaşan bu çocuklar, düşünmeye açık, sorgulamayı teşvik eden bir eğitim sayesinde her yere ait olma yeteneği kazanıyorlardı. Farklı kültürlerde yaşamanın verdiği sezgi, esneklik ve sabır vardı. Belirsizlikten korkmazlardı.
Bu öğrenciler yoksul değildi, çoğu iyi evlerde, güvenli duvarlar ardında büyümüştü ama aile ve okul gezilerinde yoksulluğun sistemsel bir mesele olduğunu yakından görmüşlerdi. Mesela biz çocukları sadece Kilimanjaro ve o ünlü hayvan parklarına değil, cüzzam adalarına ve Masai halkının yaşayışlarını görmeleri için kırsal kesime, okul gezilerine götürürdük. AIDS’den, koleradan etkilenen insanlara destek olmak için yardım kuruluşlarıyla beraber projeler üstünde çalışırdık. Hatta bütün bunları yaparken kendimizi ve yaptıklarımızı sorgulardık. Öğrencilerimiz liseden mezun olduklarında büyük resme bakıp, küresel eşitsizliği tanımış, adaletsizliğin gölgesini hissetmiş olurlardı. BM gibi kuruluşların önemini, daha yeni konuşulmaya başlanmış çevre sorunlarını en çok onlar anlardı. Çünkü onların evi bütün dünyaydı.
Tanzanya’daki okulda aralarında benim de olduğum, dünyanın her tarafından öğretmenlerin toplanıp oluşturduğu evrensel kavramları ve değerleri benimseyen bir müfredatımız vardı. Dersler, bilgi edinme yanı sıra, araştırmaya ve düşünmeye dayanıyordu. Çocuklara bilgi aktarmaktan çok bilgiye nasıl ulaşacaklarını, farklı bakış açılarını nasıl değerlendireceklerini, analiz ve sentez yapmayı, sorgulamayı, cesareti ve özgüveni de öğretiyorduk. Çok yorucu ama heyecan verici bir deneyimdi.
Bir gün sınıfta Anne Frank’in Günlüğü’nü okuduktan sonra, kitabın etkisinde de kalarak, henüz İngilizce bilmeyen ve okula yeni gelen Alman bir çocuğu dışlamaya kalktılar. 25 kişilik sınıfta o karabasan tarih ve Anne Frank adeta canlanmıştı. 15 yaşındaki “delikanlılar”, çok uzak sandıkları bu geçmişi sanki az önce yaşanmış gibi hissedip önce ürktüler: Almanlar “kötüydü”. Bir ay boyunca okuduğumuz hem tarih derslerinden hem de romanlardan bu sonucu çıkardılar. İngilizceyi yeni öğrenen Alman çocuk sessizdi; ama gözlerinde eski bir suçun mirası dolaşıyordu. Nazi Almanyası’nın yükünü ve suçunu, sınıf arkadaşlarının yüzünde aradılar.
Suç, masumiyet ve kimlik birbirine karıştı o an. Alman çocuk bir kenarda endişe ile her şeyi izlerken, hararetli konuşmalar, tartışmalar başladı. Ben onlara sadece doğdukları ülkelerin tarihinden değişik bakış açısı ile anlatılmış okuma parçaları hazırladım. Ve bu parçalara göre soru hazırlayıp tartışmalarını istedim. Okulun bahçesinin dışına taşan pek çok okuma, öğrenme ve tartışmadan sonra –her şey sessizleşince– mantığın ve daha önemlisi, kalplerinin sesini duydular. Adaletin ne kadar kırılgan olduğunu; insanın ise okuyarak, düşünerek ve konuşarak nasıl öğrendiğini gördüler. Suçu, masumiyeti, önyargıyı, vicdanın o ince çizgisini tarttılar.
Dar es Salaam’da belki yalnızca bir iki mağaza ve iyi kahve içilebilecek tek bir yer vardı, ama sosyal bilgisi derslerime davet edebileceğim her türden uzman, diplomat ve alanında yetkin sınırsız sayıda kişi vardı. Bu insanlarla sınıflarımız dünyanın en zengin öğrenme alanlarına dönüşüyordu. Okulumuz, zaman zaman Dar es Salaam’da yaşayan Jane Goodall’ın da uğradığı yerlerden biriydi. Şempanzeler üzerine yürüttüğü öncü araştırmalarla tanınan bu bilge kadın, öğrencilerimize çevre bilinci kazandırırken bireysel sorumluluğun önemini de vurgulardı. Onun derslerinden sonra, öğrenciler çoğu kez şempanzelerden yola çıkarak kendilerini çevre, kapitalizm ve eşitsizlik üzerine hararetli tartışmaların içinde bulurdu.
Ben de çocuklarla beraber çok şey öğrenmiştim. Öyle inanılmaz deneyimler yaşadım ki, dünyaya bakışım bir yılda tamamen değişti. Amerikalı misyoner bir ailenin çocuğunun din üzerinden sömürgeciliği ve kapitalizmi eleştirmesi, bir BM çalışanının çocuğunun, kurumun giderek azalan etkisini sorgulaması ya da yardım kuruluşlarına aktarılan paraların Afrika’da aslında beyazlara yeni iş alanları açtığını fark etmemiz… Bütün bunlar, yalnızca birer ders değil, dünyayı yeniden düşünmemizi sağlayan özel anlardı.
Son aylarda, New York’un yeni belediye başkanı Zohran Mamdani’yi her dinlediğimde, o eski öğrencilerimden birinin büyümüş hâlini görür gibi oluyorum. Mamdani’nin kimliğinden çok, öğrencileriminkini andıran çokkültürlülüğü; gezgin anne ve babasından miras kalan sorgulama yeteneği ve sosyal adalet arayışı aşina geliyor bana.
Mamdani, kamuoyuna sıklıkla “Müslüman belediye başkanı” olarak tanıtılıyor. Oysa Amerika’yı en çok rahatsız eden onun dini kimliğinden çok, adalet arayışına dayanan sosyal demokrat duruşu. Bu duruş, ayrıcalıkları değil eşitliği, birkaç kişinin artan servetini değil, toplumun ortak refahını savunur. Kapitalist sistemin arkasındaki asıl güç, devletleri yöneten siyasal elitlerle “yüzde bir” olarak adlandırılan milyarder sınıfıdır. Oysa bu kesimden alınacak adil vergiler, yeniden halkın sofrasına, kamusal hizmetlere ve sosyal adalet politikalarına yönlendirilebilir. Tarih bize gösteriyor ki, bir zamanlar Martin Luther King Jr.’ın da rahatsızlık uyandıran yönü Hıristiyan inancı değil, sosyal adalet vurgusuydu.
Halkı Mamdani’nin komünistliği, sosyalistliği ile korkuttular. Mamdani yalan söylemedi. Oy kaybı riskini göze alarak “Ben sosyal demokratım,” dedi. Eğer Amerikalılar, coğrafi ve sosyal bilgiler konularında biraz araştırma yapsalar, sosyal demokrasinin kapitalist düzen içinde de var olabileceğini görebilirlerdi. Bunun somut örnekleri bugün Danimarka, Norveç ve Finlandiya gibi ülkelerde mevcut. Sosyal demokrasinin, aslında adalet, eşitlik ve dayanışmaya dayalı bir yaşam biçimi olduğunu fark ettiklerinde, belki de ondan bu kadar korkmazlardı.
Ama, New York Amerika’nın herhangi bir şehri değil. Göçmenlerin, dillerin, kültürlerin eridiği bir pota. Her sokak, başka bir ülkenin hikâyesi gibi. Mamdani’nin o şehirde seçilmesi, sadece siyasi bir zafer değil; dünyanın iç sesini bulması gibi. Çünkü New York, tıpkı onun gibi, “üçüncü kültür”ün çocuğu. Umarım, yeni belediye başkanı; New York’un gökdelenleri, semtleri arasında halktan biri gibi metro kullanarak koştururken, eşitsizliğe karşı, çocuğunu kreşe gönderemediği için çalışamayan çaresiz ve yoksul annelerin, kirasını ödeyemeyen umutsuz işçilerin, kölelikten günümüze kadar mücadelesi bitmeyen siyahların, sağlık sigortası olmayanların, üniversiteye gidemeyenlerin mütevazı ama kararlı bir sesi olarak yükselir.
“Umarım onun önüne de engeller örülmez, çelme takılmaz.” Bu cümleyi bugün, artık 40 yaşına gelmiş öğrencilerimle konuşurken içimdeki endişeyi gizlemeden söylüyorum. Onlarda hâlâ şaşırtıcı bir biçimde Mamdani’ye dair bir umut var. Bende ise tarihin tekerrür etme korkusu… Ve bu korkudan doğan, hafif ama derin bir umutsuzluk. Bu yeni endişe yüzünden bir dönem doktora bile başvurmuştum. Sosyal Bilgiler öğretmenliği yaparken, tarihe bakınca, insanın içini karartan bir tekrar döngüsü görüyorsunuz. Halk için, barış için, adalet için mücadele edenlerin yolu neden hep aynı trajik sonla kesişti? O barışın, eşitliğin sesleri neden hep susturuldu? Mesela, Yitzhak Rabin, Olof Palme, Martin Luther King... Her biri, daha adil bir dünya için yola çıktı; ama yolun sonunda suskunlukla karşılaştı.
Umarım Mamdani’nin önüne de aynı engeller örülmez, aynı çelmeler takılmaz.
Belki de benim, öğrencilerimden yeniden umut etmeyi öğrenmem gerekiyor. Ve sözlerimi, Türkiye’de sıkça söylenen bu dilekle bitirmek istiyorum: Yolun açık olsun, dünya vatandaşı, Mamdani!
(NS/TY)
Yapay Zekânın Politik İnşası dosyamızın bu bölümünde, Filistinli dijital haklar savunucusu Marwa Fatafta’nın Al-Shabaka için kaleme aldığı “AI for War: Big Tech Empowering Israel’s Crimes and Occupation” başlıklı yazısını Diyar Saraçoğlu’nun çevirisiyle sunuyoruz. Fatafta, yazısında büyük teknoloji şirketlerinin İsrail’in Gazze’deki soykırım ve işgal politikalarındaki belirgin rolünü inceliyor. Google, Amazon, Microsoft ve Palantir gibi şirketlerin yapay zekâ sistemleri ile bulut altyapıları, yalnızca gözetim ve hedefleme süreçlerini otomatikleştirmekle kalmıyor; aynı zamanda İsrail ordusunun “ölüm listeleri”ni üreten algoritmik mekanizmaların merkezine yerleşiyor.
Fatafta, bu teknolojik ittifakın uluslararası hukukun boşluklarından ve gönüllü etik ilkelerin yetersizliğinden beslendiğini vurgularken, teknoloji işçilerinin büyüyen itirazını ve hesap verebilirlik talebini öne çıkarıyor. Yazı, “askerî yapay zekâ”nın nasıl bir hesap verebilirlik krizine dönüştüğünü tartışarak teknoloji tekellerinin savaş suçlarındaki sorumluluğunu görünür kılıyor.
ABD’li teknoloji devleri, yapay zekâ, bulut bilişim ve veri odaklı çözümlerle güçlendirilmiş “daha iyi bir dünyanın mimarları” olarak kendilerini sunuyor. “İyilik İçin Yapay Zekâ” gibi sloganlar eşliğinde, toplumlarımızı dönüştüren bu teknolojilerin etik bekçileri olma sözü veriyorlar. Ancak Gazze’de bu anlatılar, uluslararası normlarla birlikte, “kurallara dayalı düzen” denilen şeyin kalıntılarıyla beraber çökmüş durumda.
İsrail rejiminin Gazze’de yürüttüğü soykırımcı savaş, büyük teknoloji şirketlerinin askerî operasyonları mümkün kılmadaki ve işgali sürdürmedeki rollerine dikkat çekti. İsrail’in yıkımının altında, dünyanın en güçlü şirketlerinden bazıları tarafından inşa edilip işletilen sunucular, sinir ağları ve yazılım sistemleri bulunuyor. Dijital teknolojilerin ve altyapıların giderek artan askerîleştirilmesi -özellikle İsrail’in Gazze’de yapay zekâ destekli sistemleri ve veri analizlerini kullanımıyla- hesap verebilirlik tartışmalarını yeniden şekillendirdi ve mevcut yönetişim çerçevelerindeki kritik boşlukları açığa çıkardı. Bu politika özeti, teknoloji şirketleri açısından hesap verebilirliğin sınırlarının artık savaş suçları, insanlığa karşı suçlar ve soykırıma olası ortaklık düzeyine kadar genişlediğini ortaya koyuyor ve yapay zekânın askerîleştirilmesini denetlemek için yeni düzenleme yaklaşımlarına duyulan acil ihtiyacı vurguluyor.
İsrail rejimi yapay zekâ sistemlerini ilk kez Mayıs 2021’deki 11 günlük Gazze bombardımanı sırasında öldürücü hedefler üretmek ve önceliklendirmek için devreye soktu; bu saldırı, İsrail ordusunun daha sonra kendi ifadesiyle ilk “yapay zekâ savaşı” olarak tanımladığı, acımasız ve hukuka aykırı bir operasyondu. O tarihten sonra işgal güçleri yapay zekâ araçlarına dayanmalarını........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Robert Sarner
Sabine Sterk
Ellen Ginsberg Simon