menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

'Öldürdüğün Şeyler' üzerine

10 0
11.10.2025

Öldürdüğün Şeyler filminin yönetmeni Alireza Khatami ile Vancouver'da güneşli bir günde görüştüm. Kendi hayatından ilham aldığı bir gerçeküstücülük, sembolizm ve gerilimle dolu bu filmi Vancouver Uluslararası Film Festivalindeki gösteriminden önce konuştuk.

Öldürdüğün Şeyler prömiyerini 2025 Sundance Film Festivali'nde yaptı ve Dünya Sineması Dramatik Yönetmenlik Ödülü'nü kazandı. Ayrıca 98. Akademi Ödülleri'nde Kanada'nın En İyi Uluslararası Film dalında başvurusu olarak seçildi.

İranlı/Kanadalı film yönetmeni Khatami aynı zamanda, Venedik Film Festivali'nde birçok ödül kazanan ilk uzun metrajlı filmi Oblivion Verses (2017) ile tanınıyor. Daha sonra prömiyerini Cannes’da yapan, Iran’da devlet baskısı altındaki yaşamı mizahla anlatan Terrestrial Verses'in (2023) ortak yönetmenliğini yaptı.

Nural Sümbültepe: Pek çok röportaj yaptınız ve Öldürdüğünüz Şeyler filminiz hakkında birçok yorum var. Ben size daha önce sorulmamış soruları sormaya çalışacağım. Filminizde en çok dikkatimi çeken şey Atatürk portreleri ve büyük Türk bayrakları oldu. Bu Atatürk portreleri acaba filmin altında yatan temadaki babalık sembolizmini vurgulamak için miydi? Bizler devlet dairelerinde görmeye alışkınız elbette ama filminizde oldukça dikkat çekiciydi. Bu kasıtlı mıydı ve bilerek abartılmış mıydı?

Alireza Khatami: Hiçbir şeyi abartmadık. O büyük bayraklar zaten oradaydı. Onları eklemedik ama filme yaradıkları için de kaldırmadık. Atatürk kelime anlamı olarak "Türklerin Atası (Babası)" anlamına geliyor ve film iki düzeyde işliyor. Siyaseti çoğu zaman psikolojik sonuçlarını düşünmeden, psikolojiyi ise siyasi köklerini görmeden tartışırız. Benim için bu, psikolojinin politik bir okuması ve politikanın psikolojik bir okuması. "Baba" fikri birden fazla katmanda var oluyor ve ben bu sembolizmin çok bilincindeydim.

NS: Film güçlü erkeklik ve babalık temaları taşıyor. Ercan Kesal, kendi babası tarafından istismar edilen zalim bir babayı canlandırıyor. Ancak iki kız kardeş daha itaatkâr görünüyor. Neden babanın şiddetine ve sadakatsizliğine tepki vermiyorlar?

AK: Açık bir şekilde olmasa da tepki veriyorlar. Abla Meryem, Ali'ye “uzaktan eleştirmenin kolay” olduğunu ancak “asıl zorluğun aileyle birlikte yaşamak” olduğunu söylüyor. Kadınlar, “Ne yapabiliriz?’ diyorlar. “Babamızı öldürelim mi? Berbat biri olsa bile o hâlâ senin baban”. Ataerkil toplumlarda kadınlar genellikle sisteme katılırken aynı zamanda sonuçlarına da katlanıyorlar. Küçük kız kardeş Nesrin aslında hikâyeyi harekete geçiren kişidir. Kız kardeşler değişimi yavaş yavaş, sükûnetle ve adım adım getirmeye çalışıyorlar. Kadınlar şiddeti reddediyor; şefkat ve sabırla karşılık veriyorlar ki bunu yapmak çok daha zor bir şey. Ali ve Rıza şiddeti tek seçenek olarak görüyorlar, ancak sonunda şiddetin de işe yaramadığını anlıyorlar.

NS: İran'da Türkiye'den daha fazla sinema sansürü var ve siz bu filmi Türkiye’de yapmayı seçtiniz. Ama aynı zamanda Kanadalısınız. Neden filmi Kanada bağlamında yazmıyorsunuz? Tema yeterince evrensel geldi.

AK: Bu anlatı Kanada'da olmaz. Kanada bireyci bir toplum. Aile kavramı bizim bölgemizden daha farklı. Hikâye Kanada bağlamına çevrilirse başarısız olur. Nüanslarını gerçekten anlayabileceğim bir ortama ihtiyacım vardı. Babam yarı Türk, güney İranlı, bu yüzden biraz Türkçe biliyorum ve kültürü anlıyorum. Türkiye'de hikâyeme, Kanada'da veremeyeceğim kadar büyük bir anlam ve onur katabilirim.

NS: Sette oyuncularla ve ekiple çalışacak kadar Türkçe biliyor musunuz?

AK: Ne zaman, nerede hata yaptığımı bilecek kadar biliyorum. Fiilleri mükemmel bir şekilde çekemem ama kelimelerin ardındaki duyguyu anlıyorum ve benim için önemli olan da bu.

NS: Bu kadar seçkin ve ünlü bir oyuncu kadrosunu nasıl buldunuz?

AK: Bize (bu filme) katılma konusundaki cömertlikleri için tüm övgüler Ekin, Erkan, Hazar ve Ercan'a gitmeli. Küçük bir bütçemiz vardı ama oyuncular filme olan büyük sevgilerinden dolayı her şeylerini verdiler. Senaryoyla derinden bağ kurdular ve bağımsız ve sanat (arthouse) sinemasını büyük ölçüde desteklemek istediler.

NS: Film kahramanı Türkiye’yi terk edip daha sonra geri dönen ve bir üniversitede çeviri dersleri veren bir okutman. Kendini iki kültür arasında sıkışmış hissediyor. Bu kahramanı yaratırken bir okutman/öğretmen olarak kendi deneyiminizden mi ilham aldınız? Dün filmin çoğunlukla otobiyografik olduğundan bahsettiniz.

AK: Ben buna oto-kurgu diyorum. Filmde kendimin değişik versiyonlarıyla oynuyorum.

NS: Michael Ondaatje bu tur hikayelere "sahte anı" diyor.

AK: Güzel! Ama ben Oto-kurgu kelimesini kullanmak isterim. Oto-kurgu, kendinizin ekrana uyan bir versiyonunu kurgulamak anlamına gelir. Hayatımdaki her şeyi, her sesi bir filme sığdıramam. Tam bir gerçeklik sağlamak için bazı şeyleri kesip çıkarmak ve başkalarını yaratmak gerek.

NS: Bir keresinde "İranlıların en iyi yaptığı şey şiirdir" demiştiniz. Hala buna inanıyor musun?

AK: Kesinlikle. Güçlü bir şiir geleneğimiz var ve yaklaşık bir asır önce çeviriden, özellikle de Fransız şiirinden etkilenen büyük bir dönüşüm bir devrim yaşadık. Eski gazel formu katı kafiyeye dayanıyordu, ancak şairler bunun yerine iç ritme odaklanmaya başladılar. Bu, Fars şiirinde, Türkiye'de bile hayranlık uyandıran Forough Farrokhzad gibi isimlerin önderlik ettiği Yeni Dalga'nın doğuşuydu. Bu hareket bugün de devam ediyor. Şiir İran'da güçlü olmaya devam ediyor.

NS: Fars şiiri dünya çapında yeterince tanınıyor mu?

AK: Pek sayılmaz. Klasikler elbette yapar, ancak çağdaş şiir yapmaz. Bunun kökleri oryantalizme dayanıyor. Batı'daki insanlar bizi “düşünür” olarak değil, sadece "insan hakları ihlallerinden yakınan" Doğulu tebaalar olarak görüyorlar. Siyasi ve entelektüel derinlik bize çok nadir layık görülür.

NS: Filmde dekan, kahramanın neden Mevlana veya Yunus Emre gibi yerel yazarlar yerine İngiliz edebiyatı okuduğunu sorguluyor. Türkiye'nin eğitim sistemi uzun süredir Batılılaşmayı yansıtıyor, ancak son zamanlarda artık klasik Türkçe, Farsça ve Arapça metinlere geri dönüş var. Bu genellikle "şanlı Osmanlıcılık" adı altında veya bu amaçla yapılıyor. Bu eğilim hakkında ne düşünüyorsunuz?

AK: Geçmişi siyasi amaçlar için kullanmaya yönelik her türlü girişim bana göre faşizme yol açar. Geçmiş sorunsuz değildir. İlerlemenin tek yolu, kendimizi Batı'dan aşağıda veya dünyanın geri kalanından üstün hissetmeden kimliklerimizin köklerini kabul etmektir. Geriye bakmalıyız ama Walter Benjamin'in Tarih Meleği’nde yazdığı gibi ilerlemeliyiz. Geçmişi yeniden inşa etmeye çalışmamalıyız, sadece ondan ders almalıyız.

NS: Gazze hakkında konuşalım. Kanadalı yazar, Omar El Akkad'ın yeni kitabı Bir Gün Herkes Buna Her Zaman Karşı Olacak adındaki kitabını okudunuz mu?

AK: Bunu duydum. Ancak bir gün Batı bloğunun topluca "Yanılmışız" diyeceğini beklemenin saflık olduğunu düşünüyorum.

NS: El Akkad da sizinle ayni fikirde.

AK: Batı'daki ırkçılık çok derin ve koklu. Bati birdenbire gerçek bir pişmanlık hissetmeyecek. Örneğin Ruanda soykırımı hiçbir zaman sömürgeciliğin bir sonucu olarak tartışılmadı. Sadece bir kabilenin diğerini öldürmesi olarak tanımlandı. Ve daha geçen hafta Kanada, 600,000'den fazla insan katledildikten sonra Filistin'i "tanıdı". [Gazze sağlık yetkililerine göre 7 Ekim 2023'ten bu yana yaklaşık 70.000 Filistinli öldürüldü.] Bu tanınma hiçbir şey ifade etmiyor. Bu eylemsiz, sembolik jestler bence anlamsız. Görevden alınan büyükelçiler, ambargolar gibi gerçek bir değişim yok. Bu bugünün Batı'sı.

NS: Bu beni filminize geri getiriyor. Filminizdeki kuşak travması bana Filistin mücadelesi gibi siyasi şiddet döngülerini hatırlatıyor.

AK: Evet, nesiller arası bir şiddet döngüsünden bahsediyoruz. Dede oğlunu dövüyor, oğul da şiddet uyguluyor ve sonra torunun hikayesine geliyoruz. Birinin bu döngüyü kırması gerekiyor ve Öldürdüğün Şeyler ’in konusu da bu. Acının nereden geldiğini anlamak şiddetten kurtulmak için gerekli bir koşuldur.

NS: Türkiye'de birkaç ay geçirdiniz. Bazı Türklerin (ve belki de İranlıların da) kendi ülke ve kültürümüzden olanlara karşı, Batılılardan daha fazla, bir tür ayırım hatta içselleştirilmiş ırkçılık duyuyoruz. Bu konuda ne dersiniz?

AK: Bölgemizdeki insanlarda hem aşağılık hem de üstünlük kompleksi var. Bunun nedeni "ötekini" tamamen insan olarak görememekten kaynaklanıyor. Ve bu sadece Türkiye'ye ya da Orta Doğu'ya özgü değil, ırkçılık her yerde var, nedeni de diğerini insan yerine koyamamak.

NS: Doğulu birini "aşağı" olarak görmenin sömürgecilikten veya Batılılaşma akımlarından kaynaklandığını düşünüyor musunuz?

AK: Kesinlikle. Uzun bir süre boyunca bölgemizdeki nihai "baba" figürü, tüm ipleri elinde tutan sömürgeci güçtü, yani Batı. Ben böyle görüyorum.

NS: Bu söylemi nasıl değiştirebiliriz?

AK: Yavaş yavaş ve şefkat yoluyla. Birbirimizi, tüm insanlığımızla, tüm hatalarımızla, acılarımızla ve karmaşıklığımızla tanıyarak.

NS: Peki ya hukukun üstünlüğü yoksa?

AK: Basit bir tarif yok. Bir lideri ya da diğerini seçerek olmayacak. Değişim bir adımla başlar. İranlı bir mistik olan Bayezid Bastami'nin sevdiğim bir hikayesi var. İnsanlar onun konuşmasını dinlemek için toplandığında, önce başka bir adam ayağa kalkar ve "Herkes bir adım daha yaklaşsın" der. Bastami daha sonra "Söylemeye değer ne varsa zaten bu adam söyledi" der ve gider. Ben de böyle görüyorum. Herkes (iyi yolda)bir adım daha yakınlaşsın, hepsi bu. Bir gecede değişiklik beklemiyorum. Ve bizim bölgelerimizde kesin olan bir şey var: Birçok kez yanarak kül olduk ve her zaman yeniden dirildik.

Burası bitirmek için çok iyi bir yer. Teşekkür ederim.

(NS / AB)

Sanatı nasıl yaşarız? Şarkılar, kitaplar ve filmler hayatımıza nasıl girer, nasıl kalır ve bir gün nasıl gider? Bu........

© Bianet