Fahrenheit 451: Kitapları yakmakla, ekranları kaydırmak arasındaki bağlantı
Geçtiğimiz günlerde yeni tanıştığım biriyle sohbet ederken laf dönüp dolaşıp kitaplara geldi. Benim de roman yazdığımı, kitaplar üzerine analizler yaptığımı öğrenince -kişisel algılamamı söyleyerek- kitapların demode olduğunu, günümüz insanının ihtiyaçlarına yanıt vermediğini, kendisinin de kitap okumayı bıraktığını söyledi.
Bu kadar düzgün cümleler kurmadı, yine de anladığım kadarıyla, ona göre bilgiye ulaşmanın daha pratik, daha hızlı yolları vardı; kitaplar gereksiz bir aracıydı!
Tartışmadım. Bilgiden kastettiğinin ne olduğunu sormadım. Kitapların yalnızca bilgi taşıyan birer nesne olmadığını, duyguyu, düşünceyi ve deneyimi kuşaktan kuşağa aktaran bir hafıza biçimi olduğunu anlatmaya çalışmadım. ‘Bugün kitap yalnızca basılı sayfalarla sınırlı değil; dijital formatlar, sesli kitaplar ya da ekranlardan okunan metinler var. Biçim değişse de kitap olma niteliği değişmiyor. Çünkü kitap, aktardığı şeydir: Düşüncedir, duygudur, hikâyedir” diye bir söylev de çekmedim.
Aklıma Fahrenheit 451 geldi. Kitapların yakıldığı, düşünmenin tehlike sayıldığı bir toplumda geçen o dispotik roman. Söz etmedim. Okumayacak birine kitaplardan söz etmek zül geldi.
Ne ilginç Ray Bradbury, bu romanında kitapların yalnızca otorite tarafından yakılmasını değil, bireylerin bunu içselleştirmesini eleştiriyordu. İnsanların kendi rızalarıyla düşünmekten vazgeçmesini, unutmayı seçmesini…
Ray Bradbury (1920–2012), bilimkurgu ve fantastik edebiyatı felsefi ve toplumsal sorularla besleyen bir yazar. Fahrenheit 451’i, 1950’lerin McCarthy döneminde, sansür, paranoya ve otoriterleşmenin gölgesinde yazmış. Ancak Bradbury, teknolojik ilerlemeyle birlikte yüzeyselleşen iletişim, kitlesel eğlence ve duygusal uyuşma tehlikesini erken fark etmiş bir yazar.
Onun için distopya, uzak bir gelecekte değil, “düşünmeyi bıraktığımız an”da başlıyor.
Bradbury, Fahrenheit 451’i yazarken toplumun gönüllü suskunluğundan, düşünceden kaçışından endişe ediyor.
Onun asıl korkusu, insanların kendi rızalarıyla düşünmeyi bırakmaları. Çünkü Bradbury’ye göre diktatörlük yalnızca yukarıdan gelen bir baskıyla değil, aşağıdan yükselen bir kayıtsızlıkla da inşa edilebiliyor.
Bugün kitaplar belki fiziksel olarak yakılmıyor, insanlar kaydırıp geçmeye ve unutmaya çok daha fazla meyilliyken hiç gerek yok buna. Çağdaşımız bir filozof olan Byung-Chul Han’ın da işaret ettiği gibi, artık dışsal baskılar değil; bireyin kendi üzerindeki gönüllü denetimi, düşünmenin önündeki en güçlü engel haline geliyor.
Hatırlayalım, roman 1953 yılında yayımlandığında dünya yepyeni bir savaşın içindeydi: Soğuk savaş. Bu savaşta artık yalnızca topraklar değil, zihinler hedef alınmaktaydı. Sansürün, denetimin, itaatin değer sayıldığı bir dönemde yazılmış bu roman, distopya edebiyatının en çarpıcı örneklerinden biri hâline geldi.
Fahrenheit 451’in zamansız bir eser olduğu görüşündeyim. Onu asıl zamansız kılan şey, konuyu geleceğe dair bir kehanet gibi işlemesi değil, gidişata dair derin bir saptama yapması.
Bradbury’nin yarattığı dünyada itfaiyeciler yangın söndürmez, kitapları yakar. Çünkü kitaplar düşünce taşır. Düşünce, huzuru bozar. Huzursuzluk, sorgulamayı doğurur. Sorgulama ise düzenin düşmanıdır. Bu zincir, yalnızca totaliter bir rejimin baskısıyla değil; halkın bizzat kendi rızasıyla teslim olduğu bir konfor düzeni içinde işler.
Romanın önsözünde Bradbury, otorite kadar insanların gönüllü teslimiyetine dikkat çekmek istediğini yazar. Bir anlamda okuru yönlendirir ama yıllarca kitabının yanlış okunduğunu düşünen bir yazar açısından bakarsak bu gereklidir.
Romanda da dediği gibi; “Bir kültürü yok etmek için kitapları yakmak zorunda değilsiniz. Sadece insanların kitap okumasını durdurmanız yeterlidir.”
Bradbury’nin kurgu geleceğinde otorite ile uyumlanan bireyler, kitapların neden yakıldığını, bazı insanların canları pahasına kitaplara neden sahip çıktığını sorgulamak yerine, kendilerine sunulanı kutsamanın rahatlığı içinde yaşayıp gidiyor.
Ray Bradbury, bugün yüzlerce görsel arasında kaybolduğumuz ekran çağını önceden sezmiş olmalı. O Fahrenheit 451’i yazarken televizyonun yükselişinden büyük bir rahatsızlık duyuyordu. Ona göre ekranlar düşünmeyi değil, oyalamayı teşvik ediyordu. İnsanlar gitgide daha fazla ekrana bağlanıyor, kendi iç dünyalarıyla temas kurmaktan uzaklaşıyordu.
Bu bağlamda televizyon, kitapların rakibi değil, zehrin ta kendisiydi. Ve bu zehir, toplumu uyuşturan, onu kolay yönetilebilir kılan bir “görsel morfin” işlevi görüyordu. Onun televizyon olarak somutlaştırdığı uyaranın -ya da uyuşturanın- yerine bugün siz farklı şey’ler koyabilirsiniz. Ekranların boyutu değişmiş olabilir, ya işlevi?
Fahrenheit 451, temel olarak bir adamın uyanış hikâyesi. Guy Montag, sistemin en sadık görevlilerinden biridir: Bir itfaiyeci. Bu dünyada itfaiyeciler yangın söndürmez, yangın çıkarır, kitapları yakmak için. Montag, uzun süre yaptığı işin anlamını sorgulamaz. Ta ki biri ona bir soru sorana kadar: “Mutlu musun?”
Montag başlangıçta itaatkâr bir memur, kalabalığın içinde çarkın sıradan bir dişlisidir. Düşünmemenin, sorgulamamanın huzuru içinde işini yapmakta, sistemin ona dayattığı rutin içerisinde mutlu mesut yaşamaktadır.
Ancak Clarisse adındaki genç kızın sorusu, onun içinde küçük bir kıvılcım çakmasına neden olur. Bu soruyla birlikte Montag; işiyle, eviyle, karısıyla, amiriyle ve kendisiyle yüzleşmeye başlar. Adına uygun bir şekilde özetleyeceksek; Montag’ın hikâyesi içsel bir yangın hikayesidir. İnsanı rutinin konforundan koparıp, düşünmenin tedirgin ediciliğine fırlatan bir yangın.
Romanda oldukça az yer alan, ancak Montag’ın uyanmasına neden olan karakterin adı
Clarisse McClellan. Henüz 17 yaşında, yaşıtlarından farklı bir kız. Günümüzde Byung-Chul Han’ın ‘olumsuzluğa’ yüklediği anlamı yansıtan biri. Düzenin dayattığı pozitiflik ve verimlilik rejimine karşı, varlığıyla durup düşünmenin, soluklanıp sorgulamanın önemini hatırlatıyor Montag’a ve okura.
O, topluma uyum sağlamadığı için tehlikeli biri, kitaplar gibi. Zaten Clarisse kısa bir süre sonra ortadan yok oluyor, muhtemelen öldürülüyor.
Montag’ın eşi Mildred ise Bradbury’nin en derin hicivlerinden biri. Mildred, saatlerce ekran başında yaşayan, sakinleştiricilerle kendini uyuşturan, düşünmekten, hissetmekten kaçan bir karakter. Eşi ve hatta kendi hayatı ile arasında duygusal bağ yok. Mildred kitaplara karşı. Bu konudaki kararından oldukça emin, kocasını ihbar edebilecek kadar!
Bugünden geçmişe bir okuma yaparsak, Mildred karakteri, Byung-Chul Han’ın “şeffaflık toplumu”nda tanımladığı modern bireyi temsil ediyor aslında: Denetlenmeye gerek duymayan, kendi içindeki boşluğu sürekli olarak uyarıcılarla doldurmaya çalışan biri.
Bradbury gibi Han da çağımızda baskının içselleştirildiğini savunuyor. Artık birey, kendi kendini sömürüyor. Dış otoriteye gerek kalmadan, performans ve haz kültürüyle kendini baskılıyor.
Fahrenheit 451’in modern okumasında Mildred karakteri bu durumun sembolüdür diyebilirim. O ekranlara kendi isteğiyle bağlanır, ilaçları kendi eliyle yutar, sorgulamaktan kaçtığı için rahatladığını zanneder.
Romanda bizi uyanık tutmaya çalışan ‘kitap insanlar’ da var, onları keşfetmeyi okura bırakarak, ben itfaiye şefi Kaptan Beatty’den söz etmek istiyorum. Beatty, kitapların ne olduğunu bilen ama onları yakmaktan vazgeçmeyen biri. Bu çelişki, onun içinde büyük bir öfkeye dönüşmüş. Çünkü Beatty, entelektüel bilginin farkındayken sisteme hizmet etmeyi seçmiş.
Romanda Montag için hem bir ayna hem de bir tehdit unsuru oluyor. Beatty’nin bilgisi onu özgürleştirmemiş, aksine daha karmaşık bir cellada dönüştürmüş.
Bradbury, bu tehlikeyi önceden sezen bir yazar olarak günümüze de sesleniyor. Bu sesi Byung-Chul Han’ın diliyle duyarsak; çağımızda insanlar “veriyle doludur ama hakikatten yoksundur.”
Bilgiye erişmek değil, onunla aramızda bir bağ kurmak da önemli. Ancak ne yazık ki bugünün hiper-şeffaf toplumunda her şey görünüyor ama hiçbir şey anlaşılmıyor.
Bradbury’nin korktuğu şey tam da buydu: Yasaklanan değil unutulan bilgi, bastırılan düşünce.
Bugün ekranlar bilgiyle değil, dikkat dağıtıcı imgelerle dolu. Herkes her şeyi görüyor ama kimse hiçbir şeye bakmıyor. Herkes her an erişebilir ama ilişkiler derinleşemiyor. Her şey serbest ama hiçbir şey anlamlı değil.
Byung-Chul Han’ın deyimiyle bu çağda insanlar aşırı pozitiflik içinde boğuluyor.
Her şey performans, görünürlük, üretkenlik. Bu görünürlüğün içinde kitaplar fazla yavaş, fazla sessiz ve fazla derin kaldıkları için kenara itiliyor. Artık kitapları yakmaya gerek yok, onları ‘demode’ kılmak yeterli.
Olabildiğince nimetlerinden yararlanan biri olarak teknoloji karşıtı olduğum söylenemez, ancak insan-teknoloji ilişkisinde dengenin henüz oturmadığı görüşündeyim. ‘Teknolojinin efendi, insanın köle olarak konumlandırıldığı bir düzene doğru mu gidiyoruz?” sorusuna yanıt arıyorum.
Nasıl aramam? Ekranların büyüsüne kapılmış, hızın ve görünürlüğün kutsandığı bir çağda yaşıyoruz. Buna “kaydır-geç” toplumu diyorum. Avuçlarımızda taşıdığımız ekranlardan her gün yüzlerce, binlerce görsel akıyor önümüzden.
Kaydırıyoruz. Beğeniyoruz. Gülüyoruz. Üzülüyoruz. Hiçbir duyguda uzun süre kalamıyoruz. Gazze’de yemek arayan bir çocuğun fotoğrafına üzülmemizle, bir kedi videosuna kahkahalarla gülmemiz arasında saniyeler var. Duygular üst üste biniyor, hiçbirine gerçekten temas etmiyoruz.
Byung-Chul Han’ın dediği gibi, çağımız duyguların yüzeyselleştiği ve deneyimlerin derinleşemediği bir “hiper-şeffaflık” çağı. Her şey görünüyor ama hiçbir şey iz bırakmıyor.
İşte tam da bu........
© Bianet
