Dijitalleşme rejimi: Özgürlüğün sömürülmesi
Güney Koreli ünlü sosyolog Byung-Chul Han, çağımızın yaşayan en önemli ve en çok okunan kültür kuramcılarından biri kabul edilmektedir. 1980'de yerleştiği Almanya'da akademik kariyerine devam eden Han, burada felsefe, Alman edebiyatı ve Katolik teolojisi okudu. Kitaplarında yer alan biyografisine göre, Güney Koreli teorisyenimiz ilerleyen dönemlerde etik, fenomenoloji, kültür kuramı, estetik, din, medya kuramı, popüler kültür, kültürlerarası felsefe, iktidar, neoliberalizm, kapitalizm gibi konulara yönelmiş. Şeffalık Toplumu, Psikopolitika, Palyatif Toplum, Şiddetin Topolojisi, Yorgunluk Toplumu, Güzeli Kurtarmak, Eros'un Istırabı, Zamanın Kokusu, Enfokrasi gibi birçok eserinde zikredilen konuları aforizmatik cümlelerle, ancak bir o kadar da disiplinler arası analizler ve anlaşılır bir dille incelemektedir. Bu yazıda da Han’ın bir tahakküm ve sömürü biçimi anlamıyla ele aldığı "dijital enformasyon rejimi" ve bununla bağlantılı kavram ve aygıt düzeneğinin, kendisinin analiz ve tespitlerine dayanarak demokrasi ve özgürlük üzerindeki etkisine değinmeye çalışılacak.
Byung-Chul Han, yakın dönem eserlerinden olan Enfokrasi (Ketebe Yayınları, 2022) isimli çalışmasında, artan dijitalleşmeden kaynaklı bir “demokrasi krizi”nin ortaya çıktığını savlamaktadır. Eserinde, yaşamın önlenemez bir şekilde dijitalleştiğini ifade eden Byung-Chul Han, bu dijitalleşme sürecinin bireysel ve toplumsal anlamda algımızı, dünyayla ilişkimizi, bir arada yaşamamızı kökten değiştirdiği gibi, "siyasi alanı da etkileyip demokratik süreçte büyük karışıklıklara ve aksamalara yol açtığını" savunmaktadır. Daha sarih bir ifadeyle, dijitalleşme ve enformasyona tabi ya da enformasyonun hegemonyası altında vuku bulan politik iktidar mücadelesini tanımlayan enfokrasi düzeninde, enformasyon algoritmalar ve yapay zeka gibi dijital mekanizmalar aracılığıyla toplumsal, ekonomik ve politik süreçler üzerinde belirleyici bir etkiye sahip olmaktadır (2022: 7). Bir çeşit dijital ortam üzerinden enformasyon ve verilerin sömürüldüğü bir sistem olan enfokrasi düzeninde, “psikopolitik izleme, davranış kontrolü ve tahmin için kullanılan enformasyonlara erişim” iktidar olmanın aygıtları olarak vazifelendirilmektedir. Bilhassa veriler ve algoritmalar dolayımıyla bilinçaltına nüfuz ederek insanları düşünce düzeyinde etkilemeyi ve yönlendirmeyi amaçlayan bu tarz iktidar aygıtlarının tahakküm teknikleri ise motivasyon, rekabet, optimizasyon, inisiyatif gibi unsurlardır.
Güney Koreli teorisyen Han, enfokrasi düzeninin bir bileşeni ve/veya tezahürü kabilinde, bireylerin düşünen fail ve etkin karar alıcılar olduğu rasyonel demokrasiyi pasifize eden, örseleyip sorunsallaştıran/sorgulatan medyakrasi ve telekrasi kavramlarına dikkat çekmektedir. Medyanın siyaset üzerindeki tahakkümünü, yönlendirici ve belirleyici gücünü ifade eden medyakrasi, Han açısından rasyonel söylemi tahrip eden, özel bir mimariye/arkitektoniğe ve amfiteatral yapıya sahip olup alıcıları edilgenleştiren bir düzendir. Han’ın kendi ifadeleriyle, “Medyakrasi, seçim kampanyalarını kitle iletişim araçları tarafından oluşturulan bir sahneleme [Inszenierung] savaşına indirger. Söylemin yerini halkın ilgisini çeken bir gösteri alır. Medyakrasinin ana mecrası olarak televizyon; siyasi bir sahne işlevi görür” (2022: 25). Medyakratik düzende dijitalleşmeye bağlı yaygınlaşan kitle iletişim araçları, demokratik kamusal alanın çöküşüne yol açıp görünüşten ibaret bir kamusallık sunmaktadır. Not etmek gerektir ki, Hannah Arentd da özgürlüğü mümkün kılan başka insanların refakati ve onlarla müşterekleşme için, “siyasi örgütlenme dünyası” diye betimlediği kamusal alana ihtiyaç olduğunu belirtmektedir (2012: 202). Söz konusu düzen, rasyonaliteden yoksun bıraktığı siyasal içeriği eğlence sistemine bağımlı kılarak insanın yargı yetisine zeval getirir ve demokrasiyi krize sokar. Medyakratik düzenin bir gereği ve zorunlu sonucu olarak siyasetin eğlence sistemine teslim olduğu bu düzen de telekrasi kavramıyla tarif edilmektedir. Eğlencenin ve zevkin tahakküm aracı olduğu telekratik rejimde, yurttaşın bastırılması değil, bağımlı hale getirilerek kontrol edilmesi söz konusudur. Bu rejimin yarattığı bağımlılık, bireylerin eğlenceye teslim olmuş seyirciler olmaları tarzında değil, sürekli enformasyon üreten ve tüketen aktif yayıncılar olmaları şeklinde tezahür eder. Telekrasinin tüketme adına bireylere vaad ettiği en önemli şey ise heyecanlardır. Gayr-ı maddi bir tüketim nesnesi olan heyecanlar ya da heyecanlandırıcı söylem ve faaliyetler, günümüzde hem politik yapıların kitleleri yönlendirmede ve mobilize etmede hem de şirketlerin çalışanları motive etme adına başvurduğu yöntemler olup ussal davranış ilkesini talileştirmektedir.
Önemli çalışmalarından olan Şeffaflık Toplumu (Metis Yayınları, 2020) ile Psikopolitika (Metis Yayınları, 2020) kitaplarında, gelişen dijitalleşme süreci ve artan enformasyonun başlangıçta sağladığı sınırsız özgürlük ve iletişimin bir "yanılsama" olduğuna dikkat çeken Byung-Chul Han, aslında var olan durumun topyekûn bir kontrol ve gözetim hâli olduğunu vurgulamaktadır. Kendisinin söylediği gibi, "Sınırsız özgürlük ve iletişim topyekûn kontrol ve gözetlemeye dönüşmüş durumda. Sosyal medya da giderek artan bir şekilde toplumsal olanı gözetleyen ve acımasız bir şekilde sömüren dijital panoptikonlara benziyor." (2020a: 12; 2020b: 18). Han nezdinde, söz konusu özgürlük yanılsaması da bireyin neoliberalizmin dijitalleşme rejimi tarafından "performans öznesi"ne indirgemesinin bir sonucudur. Zira performans öznesi, Hegel'in efendi-köle diyalektiğinin aksine, bir efendiye ihtiyaç duymaksızın “gönüllü kulluk” mahiyetinde kendisini sömürüye açık hale getiren "mutlak köle"dir. Bir “öz-sömürü” biçimiyle işleyen bu durumda, kişi kendi başarısızlığı konusunda toplumu ya da sistemi sorgulamak yerine, bizzatihi kendisini sorumlu tutar. Bu da beraberinde bireyleri birer “devrimci fail” olmak yerine, pasif depresif şahıslar haline getirir ve toplumsal sorunlara duyarlı bir “kolektif ben”in ya da “ortak eyleme girişebilecek siyasi bir Biz”in oluşmasına set çeker.
Han’a göre, iletişimi gözetime dönüştüren dijital enformasyon rejiminde yaşanan özgürlük yanılsaması, iktidarı ve egemenliği güvence altına alan temel bir işlevi haizdir. Dolayısıyla, mevzubahis enformasyon rejimi bu haliyle Michel Foucault’nun bahsettiği disiplin rejiminden kökten ayrılan bir karakter taşımaktadır. Foucaultvari anlamda, “tahakkümcü ve gözetleyici bir bakışın etrafında örgütlenmiş... katı ve titiz bir iktidar adına hareket eden” (2012: 92) disiplin rejiminin tersine, Han’ın üzerinde durduğu enformasyon rejiminde, “özgürlük ve gözetimin birleştiği momentte tahakküm kusursuz hale gelir.” (2022: 10). Zor ve güç kullanmaya dayanan disiplin rejiminde panoptik özellikler olan kapatma ve izolasyon, bireyi sınırlandıran temel hükümranlık mekanizmaları şeklinde iş görürken, enformasyon rejiminde ise, “insanlar herhangi bir dış zorlama olmaksızın kendilerini içsel bir ihtiyaçla teşhir ederler... kendi inisiyatifleriyle görünür olmaya çalışır(lar)” (2022:10). Son kertede, enformasyon rejiminde kendi içinde kalan, kendinde oyalanan bir varoluş halinin hiçbir anlam ve değeri kalmaz. Yalnızca sahneleme/sergileme hali anlam ve değer ölçüsü oluverir, her özne kendi reklam nesnesi haline gelir ve her insan ve nesne kendi özgülüğünü, biricikliğini ve özerkliğini kaybeder.
Byung-Chul Han’ın önemli bir savı da, özellikle sosyal medya ağları üzerinden her yere yayılan günümüz enformasyon rejiminin bir şeffaflık toplumu inşa ettiğine yöneliktir. Günümüz moda kavramları arasında şeffaflık kadar kamusal söylem üzerinde hakimiyet kurmuş bir başka kavram olmadığını iddia eden Han’a göre, bu toplum düzeninde siyasetten ekonomiye hayatımızın hemen her alanında kol gezen şeffaflık algısı ve arzusu ile birlikte demokrasinin, enformasyon özgürlüğünün ve verimliliğin arttığı konusunda bir “güven” inancı hakim olmuştur. Halbuki, neoliberal bir ideolojik aygıt (dispositiv) veçhesine sahip olan şeffaflığın yol açtığı şey, sınırsız özgürlük ve iletişim yanılsamasıdır. Şeffaflık mahremiyet, gizlilik, yabancılık ve ötekilik fenomenlerini söz konusu sınırsız özgürlük ve iletişim önünde engel görüp, adeta bir şiddet biçimi tarzında bu fenomenleri ortadan kaldırıp meşruiyet ve devamlılık talep etmektedir. Şeffaflığın, iş gördüğü düzende tümden yakınlık ve mesafesizlik, hafifmeşreplik ve geçirgenlik, dışa dönüklük ve gösteriş anlamına geldiğini kaydeden Han, bu düzende “ötekilik”in ve farklılığın ortadan kaldırılarak bir aynılık politikasının, ya da kendi tabiriyle bir “Aynılık Diktatörlüğü”nün işlerlik kazandığını belirtmektedir. Şeffaflık düzeni tam da mesafesizlik, geçirgenlik, dışa dönüklük ve gösteriş nitelikleri hasebiyle her şeyin “her türlü sırdan arındırılıp dolaysız tüketime açma” anlamında sergilendiği (Han, buna “sergileme ifradı” diyor) müstehcen ve pornografik bir düzendir (2016: 104-108). Dolayısıyla, bir “teşhircilik toplumu” ya da “apaçıklık toplumu” yaratan bu düzen, sınırların ve eşiklerin aşındırılması, her şeyin görünürlüğün ve gösterişin emrine amade kılınması, erişilemezliğin cazibesini ve ayartıcılığını kaybetmesi, arzunun ve hazzın işlevsizleşmesi gibi hasletler arz etmektedir.
Kendisini kabul ettirme adına baskı, şiddet ve/veya güç kullanma yöntemiyle işleyen klasik anlamdaki disiplin rejiminde iktidar kısıtlayıcı ve sınırlayıcı iken, neoliberal şeffaflık rejimine özgü iktidar ise, müsamahakâr ve dostane bir edayla “incelikli, kaygan, akıllı” bir biçimde işlemektedir. Han, bu minvalde disiplin rejimi ile şeffaflık rejimi arasında yaptığı mukayesede köstebek ve yılan metaforlarını kullanır. Köstebek, aile, okul, hapishane, kışla, hastane ve fabrika gibi kuşatıcı ve disipline edici kurum ve mekânlarda somutlaşan disiplin rejiminin temsilci hayvanı iken; hareket alanı kapalı mekânlar olmayan ya da kapalı mekânları kullanıma açarak sınır ve kontrol tanımayan yılan ise, şeffaflık rejiminin temsilci hayvanını imlemektedir (2020b: 27-28). Metaforik anlamıyla köstebek kapitalist disiplin rejimindeki işçi iken, yılan ise neoliberal enformasyon rejimindeki girişimci faile tekabül etmektedir. Köstebeğin aksine yılan, hareket alanı hazır döşenmiş mekânlarla sınırlı olmayıp mekân kısıtlamalarına boyun eğen tabi bir özne değildir. Aslında, tam da böylesi bir tabiyet ilişkisinin yokluğu özneleşme sürecini ve imkânını da ortadan kaldırmaktadır. Zira, Judith Butler’ın (2015:20-26) değerlendirmesine referansla belirtmek gerektir ki, maduniyet koşullarına dayalı bir iktidar biçimi olan tabiyet ilişkisi, tam da söz konusu maduniyetten dolayı öznenin ortaya çıkmasını gerekli kılar. Diğer bir ifadeyle, tabiyet ilişkisi bağlamında madunluk halini mümkün kılan koşullar biçiminde ortaya konan sınırlar, aynı zamanda öznenin kendi oluşumunun ve gerçekleştirmenin ön koşulları işlevini görmektedir.........
© Bianet
