menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Türkiye’yi anlamak için öğretici bir olay İzmir grevi

12 1
07.06.2025

İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı İZELMAN, İZENERJİ ve EGEŞEHİR adlı şirketlerde çalışan işçilerin bağlı bulunduğu DİSK’e bağlı Genel-İş Sendikası ile altı aydır sürdürülen toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde anlaşma sağlanamayınca, alınan grev kararı nedeniyle yaklaşık 23 bin işçi iş bıraktı. İzmir Büyükşehir ile DİSK Genel-İş Sendikası arasında uzlaşmaya varılamaması nedeniyle alınan grev kararı, DİSK ile CHP’li İzmir Büyükşehir Belediyesi arasında sert bir saflaşmaya neden oldu. İşçilerin grev kararını destekleyenlerle desteklemeyenler arasında hainliğe varan tartışmalar yaşanmaya başladı. Özellikle grev kararına karşı çıkanlar, bu grevin iktidarın yararına olduğunu belirterek eyleme tepki gösteriyor. Ve DİSK’in sarı sendika olduğunu, iktidarla iş birliği içinde hareket ettiğini öne sürecek kadar ileri gidiyorlar.

CHP’li Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay, sendikayı “ülkenin ve belediyenin şartlarını düşünmeden, ödenemez maaşlar istemekle”, “siyasi fırsatçılıkla”, “CHP’li belediyeyi hedef almakla” suçladı. “CHP’li belediye olmasaydı sendika olarak örgütlenemezlerdi; istedikleri maaşları profesörler, doktorlar, öğretmenler bile alamıyor” diyerek tepkisini dile getirdi. Bu sözleriyle işçileri halkla karşı karşıya getirdi. CHP’lilerin bir kısmı, DİSK’in greve gitmesinden dolayı sendikayı “iktidarın ekmeğine yağ sürmekle” suçlamaya başladı. Belediye’nin açıklamaları, İzmir halkını ve sendikayı da karşı karşıya getirdi. Sosyal medya hesaplarında, iş meselesi ırkçılığa kadar vardı.

Bu mesajlarda, özellikle statü sahibi olanların paylaşımlarına baktığımızda; Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş, X platformundaki mesajında şöyle dedi:

“İzmir Belediyesi’ni oyla tehdit edip, emekçiyi kalkan yapıp grev yaptıran DİSK Sendika Başkanı kendine gel!
Emekli maaşı: 14.469 TL
Asgari ücret: 22.104 TL
82.000 TL maaş istemek hadsizliktir.
AKP ve iktidara ortaklık etmektir!
Lokavt hakkını kullan Cemil Tugay Başkan.”
(Paylaştığı logo: AK DİSK)

İnanılmaz gibi görünse de, işin aslı bu değil; herkes özüne dönmüştür. CHP’nin ünlü Kemalist iki yazarından örnek verdiğimizde, durumun vahametini daha net görürüz.

Bana göre ırkçı bir yazar olan Yılmaz Özdil, “Biz İzmiriz, sadece zeybek oynarken diz çökeriz… Başkan Cemil Tugay, belediye otobüsüne şoför lazımsa direksiyona biz geçelim, temizlik işçisi eksikse biz çöpçü olalım, itfaiyeciler işe gelmiyorsa varsın yansın şehrimiz, lütfen geri adım atma. İzmirlileri tehdit eden, emekçiyi sömüren sarı sendikayı söküp atalım.” paylaşımıyla DİSK’e bakış açısını net bir şekilde ortaya koydu. Tabii, aslında sarı sendikacılığı bilse bunu yazmazdı.

Mine Kırıkkanat’ın X paylaşımı ise şöyle:

“Lokavt ilan et Başkan. Bunlar işçi değil, İzmirli değil. KK zamanında göz kırpılan partinin militanları, şimdiyse iktidar yamağı sömürgenler. Hadsiz, arsız, oportünist militanlar.”

Bu paylaşımda açıkça ima edilen şey, bu işçilerin Kürt ve terörist olduğu. Ağabeyleri ve ablaları bunları yazınca, onların destekçileri de X paylaşımlarında, “İzmir’i Aleviler ve Kürtler ele geçirdi, bunları kovmak gerek” gibi ifadeler kullanmaya başladılar. Sendika başkanının terör örgütüne yardım ve yataklıktan ceza aldığını, Tuncelili olduğunu yazdılar. Ancak sendika başkanı maalesef Yozgatlıymış.

Türkiye’nin en aydın, en laik, en demokrat "aslan" sosyal demokratları; daha grevin amacının yaşamı felç etmek, işleri aksatmak olduğunu bilmiyorsa... İşçinin üretimden gelen gücünü mevcut iktidara karşı kullanıyorsa doğru; ama sosyal demokrat olduğunu iddia eden bir belediyeye karşı kullandığında terörist olarak yaftalanıyor, eylem iktidarın işine yarıyorsa eylemciler terörist, Kürt, Alevi ve bölücü olarak suçlanabiliyor. Çünkü ülkemizde evrensel bir ideoloji yoktur. Yerli ve milli sağcılık, yerli ve milli İslamcılık, yerli ve milli solculuk vardır.

Sevgili Çetin Altan üstadımızın 19.05.1976 tarihli “Batılı Olamayan Türkiye” başlıklı yazısı bugün hâlâ geçerlidir. Yazının bir paragrafında şöyle diyor:

“Bugün Türkiye 41 milyondur. 10 yıla kadar 50 milyonu aşar. Artan nüfus Türkiye’yi Batı ölçütlerine göre değil, kendine özgü Şark dokusuna göre biçimlendirecektir. Türkiye endüstri aşamasını sağlasa bile Batılı bir toplum olamayacağı gerçeği, gitgide her gözün görebileceği ölçüde yoğunlaşmaktadır.”

Haksız mı?

Yıldıray Oğur’un “Emekçi Yanlış Greve Gidince” başlıklı yazısında da şu tespit yer alıyor:

“Siyasi kimliklerimizi belirleyen ideolojiler sadece kitabi olanlar değil, kimliklerimiz, hayat tarzımız gibi organik ideolojilerimiz de var. Ve onlar, kitabi olanlardan daha fazla siyasi fay hatlarını kesiyor. O yüzden daha 1 ay önce 1 Mayıs’ta devrimden, emekten bahsedenler, Saraçhane’de ‘genel grev’ diye bağıranlar, grev İzmir’de CHP’li belediyeye karşı olunca bir anda ‘Atın işten o Tuncelili işçileri!’ gibi en bel altı sağcılığın dibine vuruyor. Kitabi ideolojiler, kriz anlarında organik ana fay hatlarında kısa devre yapıyor. İşte, sağlam temellere dayanmayan, kulaktan dolma bilgilerle oluşan görüşler, sloganlar, organik kimliklere yenik düşüyor. Bir anda bir solcu, DEM Parti’nin, Kürtlerin iktidarla anlaşmasından, muhalefeti satmasından şikâyet etmeye başlıyor. Aslında Türkiye’de solcu olmanın taşrada olduğu gibi laik olmak anlamına geldiği gibi çıplak gerçekler karşımıza çıkıveriyor. İlk kriz anında herkes hızlıca esas evine, organik kimliğine dönüyor.”

Haksız mı?

DİSK’e saldıranlara gelince, öncelikle önerim şudur: Keşke önce DİSK’in tarihine bir baksaydınız. Türkiye’de işçi sendikacılığında şanlı bir tarihe sahip olan, bu uğurda bedeller ödemiş bir örgüt olan DİSK’i “sarı sendika” olmakla suçlamak; DİSK’in tarihini, devrimci sendikal sürecini bilmemektir.

İşçi sınıfının mücadele örgütü olan, 15-16 Haziran büyük işçi direnişinin sahibi, kökleri Türkiye işçi sınıfının 150 yıllık mücadelesine dayanan, bu deneyimlerin ışığı ve ilkeleriyle bugünkü mücadelesini sürdüren DİSK; sarı ve güdümlü sendikacılığa karşı, işçi sınıfının umudu olarak gerçek sendikacılığın, mücadeleci ve sınıf temelli sendikacılığın bayrağını taşımaktadır.

DİSK’in tarihinde TARİŞ işçi eylemleri vardır. 12 Mart sonrası direnişler vardır. Faşizme karşı şehit verdiği genel başkanı vardır. 1 Mayıs’ta Taksim’de kaybedilen canlar vardır. DİSK, işçi sınıfının umududur. Ve bu umudu taşımaya devam etmektedir.

Yiğitlik, yüreklilik, düşünce büyük erdemlerdir. Bu erdemlere sahip olmayanların; tarihi büyük mücadelelere, bedellere sahne olmuş DİSK’e ve hakları için mücadele eden işçilere söz söylemeye hakkı yoktur.

(MY/EMK)

Ulus Baker ve Dziga Vertov’un görsel kültür kuramları, imajların sadece gerçekliği yansıtmakla kalmayıp, toplumsal düşünce biçimlerini ve politik kanaatleri dönüştürme gücüne sahip olduğunu ortaya koyar. Bu potansiyel, özellikle otoriter rejimler tarafından bir tehdit olarak algılanır. Görsel temsil, politik düzlemde estetik ifadeden öte bir araç hâline gelir ve toplumsal algıların şekillenmesinde etkin rol oynar.

Türkiye’de 2010’lu yıllardan itibaren yükselen baskıcı politikalar ve medya üzerindeki sistematik denetim, bu duruma özgü örnekler sunar. İktidarın görsellerle kurduğu çatışmalı ilişki, yalnızca mevcut düzenin sarsılmasından duyulan endişeyle açıklanamaz; kamusal hafıza ve kolektif kanaatlerin inşasında kontrolü kaybetme korkusuyla da bağlantılıdır.

Dijital mecralarda hızla yayılan görseller, denetimi aşındırma riski taşıdığından hassas bir alan olarak öne çıkar. Baker’in belirttiği gibi, imajlar toplumsal gerçekliği pasifçe yansıtmak yerine onu kurar ve yeniden üretir. Türkiye’de sosyal medya ve dijital platformlarda dolaşan görsel içeriklerin, iktidarın toplumsal algı üzerindeki etkisini zayıflatabileceği düşünülebilir.

Görsel üretimin gazetecilerden sanatçılara, sıradan yurttaşlardan aktivistlere kadar geniş bir kesim tarafından gerçekleştirilmesi, ifade özgürlüğünün bir tezahüründen öte, bazen direniş biçimi olarak okunabilir. Bu duruma karşılık iktidar, çeşitli sansür, gözetim ve baskı mekanizmalarını devreye sokar.

Toplumsal hafıza ve düşünsel yapıların denetimi, iktidarın egemenliğini sürdürme araçlarından biridir. Pierre Bourdieu’nun “sembolik şiddet” kavramı, bu süreci anlamak için önemli bir çerçeve sunar. İktidar, yalnızca fiziksel ya da hukuksal değil, sembolik düzlemde de bireyler üzerinde etkili olur.

Bu şiddet, bireylerin dünyayı algılama ve anlamlandırma biçimlerinin iktidar eliyle şekillendirilmesini içerir. Türkiye’de medya üzerindeki yoğun denetim ve sansür uygulamaları, sembolik gücün yansımasıdır.

Görsel imgeler, yalnızca temsil aracı olmanın ötesinde, toplumsal normları dönüştürme ve hâkim anlatılara karşı yeni düşünsel alanlar açma potansiyeline sahiptir.

Bir protestonun, bireysel direnişin ya da gündelik bir anın kayda alınıp yayılması, iktidarın kurguladığı gerçekliğe müdahale işlevi görebilir. Bourdieu’nun “alan” teorisi, bu görsel üretimleri medya alanı içindeki güç ilişkilerinin bir parçası olarak okumayı sağlar. Medya, yalnızca içeriğin kendisiyle değil, içeriğin nasıl sunulduğuyla da toplumsal algıyı şekillendirir.

Görselin üretim ve dolaşım bağlamı, toplumsal hafıza üzerinde etkili olacak yeni anlatıların gelişmesine zemin hazırlar. Bu anlatıların ortaya çıkışı, iktidar açısından müdahale edilmesi gereken bir tehdit olarak değerlendirilir.

Felsefi açıdan imajların toplumsal anlam üretme süreçlerindeki rolü, Jean Baudrillard’ın “simülakrlar ve simülasyon” kuramıyla yeniden düşünülür. Modern toplumda gerçeklik yerini simülakrlara bırakır; bunlar gerçekliğin kopyalarıdır ama zamanla hakikatin yerine geçerek bireylerin dünyayı algılayış biçimini doğrudan etkiler.

Medyanın ürettiği imgeler, bireylerin deneyimlediği “gerçek” ile ilişkisini dönüştürür. Türkiye’de otoriterleşme sürecinde görsel içeriklerin dolaşımına yönelik müdahaleler, sadece bilgi akışını değil, hangi simülakrların kabul edilebilir olduğu sorusunu da gündeme getirir.

İktidar, gerçekliği yalnızca kendi ürettiği temsillerle aktararak toplumsal düzenin sürekliliğini sağlamaya çalışır. Ancak protestolara, polis müdahalelerine ve gündelik direniş anlarına ait görüntülerin sosyal medyada hızla yayılması, iktidarın inşa ettiği simülakrik düzenin dışında alternatif bir gerçeklik alanının oluşmasına katkı sunar.

Bu görseller, mevcut temsillerin ötesinde doğrudan deneyimlenmiş olayların aktarımına zemin hazırlar ve böylece iktidarın meşruiyetini sorgulayan bir eleştiri alanına dönüşür.

Dziga Vertov, “Kino-Pravda” (Sinema-Gerçek) anlayışıyla sinemayı yalnızca estetik bir ifade biçimi değil, toplumsal gerçekliği görünür kılan bir araç olarak görür.

Kamera, insan gözünden bağımsız çalışarak ideolojik örtüleri sıyırır ve çıplak gerçeği açığa çıkarır. Vertov’un bu yaklaşımı, baskıcı rejimlerin görsel tanıklığı neden tehdit olarak algıladığını anlamak açısından önemlidir.

Türkiye’de özellikle Gezi Direnişi protestoları ve sonrasındaki toplumsal hareketler sırasında çekilen fotoğraf ve videolar da aynı bağlamda değerlendirilebilir.

Görsel kayıtlar yalnızca olayları belgelemekle kalmaz, aynı zamanda resmi söylemlerle çelişen alternatif bir gerçeklik sunar. Doğrudan tanıklığa dayanan bu imgeler, izleyicide güçlü bir etki yaratır ve toplumsal hafızada kalıcı bir yer edinir. İktidar yapıları, kontrol edilemeyen bu tür anlatıları tehdit olarak görerek çeşitli baskı araçlarını devreye sokar.

Türkiye’de protesto anlarının görüntüsünü çeken gazetecilerin, fotomuhabirlerin........

© Bianet