Ya erkeklerden daha iyi oynarlarsa?
Belgeselin başında Kırgızistan’ın etrafı yüce dağlarla çevrili yayla manzarasında tahıl balyalarını tatlı bir meyilden aşağıya yuvarlayan nezih bir erkek topluluğuyla tanışıyoruz.
Görüntülerin çekildiği anlar için ışığın ideal olduğu saatlerin seçilmiş olması, kadrajların gayet isabetli ve kapsayıcı ayarı coğrafyanın hakkını vermekle kalmıyor, seyirciyi adeta bir masal diyarına taşıyor.
Kırsal kesimde kadınların da tarımla uğraşması klişesine aykırı olarak, gözümüzün tarlalarda iki cinsiyetten çiftçi araması sonuçsuz kalıyor ve kamera erkek kahramanlarımıza yaklaştıkça bunun sebebini anlar gibi oluyoruz.
Sanki belgesel ekibi orada diye belirli bir tavır içinde olan ve mevzubahis çekimler için adeta hazırlanmış gibi duran çiftçi erkekler aralarında sohbet ederken baklayı ağızlarından çıkarıyorlar.
Muhabbet, köy kadınlarının futbolla iştigal etmesinin ve takıntılı şekilde sürdürdükleri bu faaliyetten dolayı çocuklara benziyor olmalarının etrafında dönüyor. Bunu söylerlerken erkeklerin köyün kadınlarını yargılıyor veya aşağılıyor olduğu hissine kapılmıyoruz. Daha çok bir şaşkınlık sonucunda önüne geçilemeyen bir dedikodu enerjisi yayıyorlar veee “Ya erkeklerden daha iyi oynarlarsa?” lafı, sanki tüm mesele bundan ibaretmiş gibi bir tanesinin ağzından dökülüveriyor.
Lakin “Filmin esas argümanını anladım” hissini anında aşılayarak açılış bölümünün sonunda can alıcı şekilde patlatılan kilit cümle sonradan muhtelif epizotlarla desteklenemiyor; mevzubahis cümle erkeklerin evrensel çaptaki korkularını ziyadesiyle ifade etmesine rağmen, adamların samimi hislerini hakikaten yansıtıp yansıtmadığı şüphesini de doğuruyor. Hatta senaryo yazarları tarafından yazılıp onlara ezberletildiği veya en azından provası yapıldıktan sonra sahibine tekrar söyletildiği paranoyasını tetikleyebiliyor.
Bu tip belgeseller artık bayatlamış ve tedavülden kalkmamış mıydı?
Santra Vuruşu (Kick-Off) adlı belgesel, seyirciyi yurt sathında takriben 900 kadın futbolcuya sahip Kırgızistan’nın 10 ayrı takımda 80 kadının top koşturduğu Köktaş Köyü ligine sürüklüyor.
Yönetmen ve senaryo yazarı hanesinde adlarını gördüğümüz iki sinemacı, İspanya’dan Roser Corella sinematografide de, İtalya’dan Stefano Obino montajda da maharetlerini konuşturuyorlar.
2025 Almanya yapımı 77 dakikalık film Selanik Uluslararası Belgesel Festivali’nde yarışma filmleri arasına girme başarısını göstermişti. Oysa günümüzde, bilhassa Müslüman memleketlerde asırlar boyunca ezilmiş kadınlara yönelik pozitif ayrımcılık şüphesiz gerekli olsa da, Batılı gözün hâlâ oryantalizm tuzağına düşme ihtimalini gözetmekte fayda vardı.
Tamam, filmde bazı kocaların eşlerini futbol antrenmanına katılma müsaadesinden mahrum bıraktığını duyuyoruz. Fakat yalnız Doğu’da veya Batı’da değil, tüm gezegende kadınların maruz kalmaya devam ettiği muamele gözönüne alındığında, kadın hakları hususunda profesyonel dejenerasyonumdan ötürü de olabilir, Köktaş’ta resmedilen cennetvari manzaraya tam olarak inanmakta zorluk çektim.
Filmde kadınların futbol hevesini yüreklendiren, antrenmanlarını organize eden, profesyonel hakemleri ücret karşılığında uzaklardan getirten kadın aktivist Gazi tabii ki ilk andan itibaren, bilhassa tok sesi ve disiplinli tavrıyla seyirciyi cezbetmiyor değil. Amaç geleneksel hayatta kadınlara reva görülen rollerden kadınların bir nebze sıyrılması, ataerkil toplum içinde belli bir farkındalık, kuvvet ve bağımsızlık kazanarak ferdiyete doğru yönelmesi. Hürriyet, otonomi, kısacası cinsel kimlik ve toplumsal devrim ihtiyaçlarının karşılanması.
Futbol kurallarını pek bilmeyenlere hızlandırılmış muhtelif bilgi tedariki kapsamında, karı koca olduklarını tahmin ettiğimiz iki film kahramanının şefkat dolu futbol dersi de filmin en tatlı anlarından biri.
Filmde her ne kadar kadınların erkeklerden şikâyetçi olduklarını duymasak da kadınların futbola hakikaten de gündelik hayatlarında eksik olan bir şeyleri kompanse etmek için sarıldıkları önyargısına kapılıyoruz. Kocalarının onlara nasıl davrandıkları veya çiftçilik dışında neyle uğraştıkları hakkında herhangi bir malumat zaten yok.
Her yaştan kadının futbola, dedikoducu erkekleri doğrular şekilde bir çocuk oyunuymuş gibi “kafayı taktığını” görüyor ve maçları izleyen seyirciler dahil, tamamıyla kadınlardan müteşekkil bir evrene dalıyoruz. Bir kadının mikrofonla sunuculuk yaptığı karşılaşmalar sırasında futbol sahasında ve etrafında, kadınların çoğunun başörtülü olduğunu ve bazılarının geleneksel örtünme biçimlerine çağdaş olanları tercih ettiğini gözlemliyoruz. Buna rağmen yere bağdaş kurmuş seyirci kadınlardan, kimsenin yargısına maruz kalma ihtimali olmadığını bilen genç bir annenin, iki cinsiyete ait fertlerden müteşekkil film ekibi dahil, herkesin ortasında bebeğine meme verişine de şahit oluyoruz.
Fakat suya sabuna dokunmayan bir TRT belgeseli tadında, toplumsal bir kamu spotu enerjisi yayan Santra Vuruşu filmi boyunca Köktaş Köyü’nde herhangi bir müşkülat yaşanmıyormuş hissine kapılmamak mümkün değil ya, neyse…
Acaba geleneksel kırsal evrenin, sözde çağdaş hayat tarzları adına feda edildiği Anadolu hakikatine kıyasla kendi kendine yeten bu bereketli coğrafyayı izlerken, hasret duygularıyla boğuşuyor olmayayım?
Kanaviçe misali işlenmiş belgesel boyunca Türkiye’den de aşina olduğumuz reklamların sahteliği ve iyimserliğindeki görüntülere tıka basa doyuyoruz. O kadar da cilalı, keyifli ve mesut olmayan kırsal coğrafyanın gerçek versiyonunu Anadolu’dan gayet iyi bilmiyor muyuz?
Köktaş köyünde kadınların şükür ki huzur içinde, zevkle ve tükenmez bir enerjiyle eğildiği binbir faaliyetin sonu bir türlü gelmiyor, bedensel ve ayrıca ruhsal kondisyonları parmak ısırtıyor.
Ocak yakmak için nispeten ince dalları elleriyle kolayca kırmaları bir yana, elektrikle çalışan profesyonellere has testereyle de koca koca odunlar kesiliyor, bahçedeki fırında ekmek pişiriliyor, kilim dokunuyor, pamuk işleniyor, yün eğriliyor, hastaların tansiyonu ölçülüyor, okulda çocuklara İngilizce öğretiliyor, bahçedeki otlar gene fazlasıyla gürültülü bir aletle biçiliyor, otomobil kullanılıyor ve bu arada neşeyle futboldan bahsediliyor.
Bu müthiş çalışkanlık timsali diyarda Sovyetler Birliği komünist mazisinin muhakkaki ki disiplinli, güçlü ve atik enerjisi hissediliyor; fakat ne yazık ki küçücük oğlanın elindeki cep telefonuna hipnotize olmuşçasına gömülmüş hali de moral bozuyor.
Belgeselcilerin vakit ayırmamasından ötürü belki silik, hatta ezik sıfatlarıyla betimleyebileceğimiz köyün erkeklerini tarlada ve dedikodu yaparken izledikten sonra “adamcağızların” başka nelerle iştigal ettiğini belgeselde belirli bir denge beklentisine inat, pek göremiyoruz; lakin bilhassa mor renginin tonlarını basmalarında layıkıyla taşıyan, tembellik yapmaları asla öngörülmeyen becerikli kadınlar dört başı mamur yer sofralarında nezih kahvaltılar ediyor, koroda müşterek olarak geleneksel türküler tuttururlarken bir tanesi münferit olarak tıngırdattığı telli enstrüman eşliğinde şahane bir şarkı söylüyor, bazıları nakış işliyor, dikiş makinesiyle endüstriyel de olsa dantelleri kullanıma hazırlıyor, takı yapıyor…
Tüm bunları gerçekleştirirken gıpta edilecek coşkuları ve hoyrat kahkahalarla bezenmiş neşeleri layıkıyla perdeden taşıyor.
Bu arada tabii ki çocuklar yetiştiriliyor, sütler sağılyor, yemekler pişiriliyor, reçeller yapılıyor, ekinler toplanıyor, inekler sağılıyor, koyun sürülerinin peşinden koşuluyor ve her şey bir yana, futbol maceralarının zaferle sonuçlananları sahada topluca raksedilerek taçlandırılıyor.
Acaba görünürde idilik manzarayı, Köktaş Köyü erkeklerinin azimli, maharetli ve gayretli kadınlarına hissettiklerine benzer şekilde, fuzuli bir nostajiye kapılarak kıskanmış olabilir miyim? (MT/TY)
Günümüzde sinema dünyasında sıkça karşılaşılan bir çelişki var: Yüzeysel yapımlar, derinlikliymiş gibi sunuluyor. Estetik görüntüler, etkili pazarlama ve kitlesel beğeni sayesinde sıradan filmler önemli eserler gibi gösterilebiliyor. Bu durum hem yerel hem de küresel ölçekte çoğu zaman fark edilmiyor.
Oysa zamanla derinlikli olan yapımlar kendini belli eder; diğerleri ise unutulur gider. Bu sadece estetikle ilgili değil; aynı zamanda özgürlük, bilinç ve bastırılmışlık gibi toplumsal meselelerle de yakından ilişkilidir..
Bastırılmış birey, yalnızca eylemlerinde değil, algılarında da sınırlanır. İçine doğduğu sosyal koşullar, onun seçim ufkunu ve değerlendirme ölçütlerini belirler. Bu nedenle özgürce karar verdiğini sanan birey aslında iktidarın belirlediği ufuk içinde hareket eder. Böyle bir durumda “iyi” ile “vasat” arasındaki ayrım giderek görünmez hale gelir.
Bir kişi iyi bir kitap ya da film seçerken bunu tamamen kendi zevkine göre yaptığını düşünebilir; ancak çoğu zaman neyin, nasıl sunulduğu bu seçimi etkiler. Vasat bir yapım, yüksek kültürün diliyle paketlendiğinde kolayca “eser” gibi algılanabilir. Oysa gerçekten iyi bir yapıtı anlamak, yalnızca kişisel beğeniyle değil; tarihsel bağlamı, estetik ölçütleri ve kültürel birikimi de dikkate almayı gerektirir.
Günümüzde birçok yapım‚ “anlam taşıdığı” gerekçesiyle övülüyor; ancak bu övgü, çoğunlukla yapımın içeriğinden değil, etrafında kurulan söylemler ve kitlesel onaydan kaynaklanıyor.
Örneğin 1950’lerde Ingmar Bergman’ın sinemasında varoluşsal kaygılar, aidiyet sorunu ya da insanın Tanrı’yla hesaplaşması, derinlikli ve özgün bir biçimde işlenirken; günümüzde kimi filmler, çok daha yüzeysel meseleleri benzer bir ağırlıkla sunduğunda “çağın ruhunu yakaladığı” gerekçesiyle yüceltiliyor. Burada mesele, sanat eserinin kendi yoğunluğu değil; çağdaş kültürün hızla tüketilen içeriklere “derinlik” atfetme eğilimi oluyor.
Toplumun belirli kesimleri tarafından vasat bir eser, yüksek kültürün kodlarıyla sunulduğunda “değerli” hale gelebiliyor. Yani izleyici ya da okur, eserin özünü kavramaktan ziyade, ona atfedilen sembolik değeri içselleştiriyor. Bu durumda “iyi” ile “vasat” arasındaki ayrım bulanıklaşıyor.
Sonuçta mesele yalnızca estetik değil, sosyolojik: Biz neyin “iyi” olduğunu kendi tarihsel bağlamımızda, toplumsal ilişkilerimizde ve kültürel hiyerarşilerimiz içinde tanımlıyoruz. Bu yüzden bazen gerçekten yenilikçi ve derinlikli eserler görmezden gelinirken, vasat bir iş, “eser” olarak sunulabiliyor.
Özgürlük sadece politik bir hak değildir; aynı zamanda farkları ayırt edebilme ve estetik bakış geliştirme yetisidir. Özgürlüğü kısıtlanmış bir birey, sanat ve hayatı değerlendirirken yüzeyde kalır. Ona göre karşılaştığı çoğu şey doğal ve iyidir. Bu durum, toplumun insanlara sorgulamadan kabul ettirdiği bir “rıza üretimi”dir. Sonuçta insanlar vasatı iyi sanmaya başlar, çünkü başka türlü düşünemez hale gelirler.
Bu çerçevede, Luis Buñuel’in sineması bu yanılsamayı kıran çarpıcı bir örnek olarak öne çıkar. Buñuel, görselliği hiçbir zaman yalnızca estetik haz için kullanmamış, toplumsal normları yıkmak, burjuva ikiyüzlülüğünü açığa çıkarmak ve bilinçdışının bastırılmış çatışmalarını görünür kılmak için araçsallaştırmıştır. Bir Endülüs Köpeği’nde gözün kesilmesi sahnesi ya da Altın Çağ’da burjuvazinin absürd ritüelleri, izleyiciyi rahatsız ederek düşünmeye zorlar. Günümüz sinemasında ise çoğu yönetmen bunu kurnazlıkla taklik eder fakat içerik olarak o derinliğin yanından geçemez.
Bu farklılığın nedeni yalnızca sanatsal tercih değil, aynı zamanda sosyolojik bağlamdır. Küresel kültür endüstrisi, özgünlüğü değil, tekrarı ödüllendirir. Bu nedenle kimlik, aidiyet ya da varoluş gibi temalar işlense bile filmler çoğunlukla birbirinin benzeri ürünler haline gelir. Oysa Buñuel, pazarlamanın istediği “anlaşılır” ve “tüketilebilir” olanı reddederek ilerlemiştir. Onun sineması, kimlik ya da bireysel çatışmayı tek başına değil; dinsel otorite, sınıfsal ayrıcalık ve bilinçdışının bastırılmış arzularıyla örülü geniş bir ağın parçası olarak işler. Şimdi böyle bir kapasitesi olmayan birinin benzer şekilde film yaratma girişimi ve kendini o ağırlıkta pazarlaması nereye kadar işleyebilir? Onu da yorumlarınıza bırakıyorum.
Bastırılmışlık yalnızca bireysel değil, toplumsal düzeyde de işler. Modern toplumlarda iktidar, medya, eğitim ve kültür politikaları aracılığıyla bireylerin beğeni ve değerlendirme ölçütlerini yönlendirir.
Vasat sürekli olarak “normal” ve “iyi” diye sunulur. Böylece toplumsal bilinç, iyinin çıtasını yükseltmek yerine vasata razı olur.
Bu koşullar altında, bireyin gerçekten özgürleşebilmesi için sadece dışsal baskılardan değil, içselleştirilmiş düşünme kalıplarından da sıyrılması gerekir.
Gerçek özgürlük, yalnızca zincirlerinden kurtulmak değil; aynı zamanda ayırt etme, değerlendirme ve reddetme yetisini geri kazanabilmektir. Estetik duyunun keskinleşmesi, bireyin bastırılmışlıktan sıyrılıp yüzeysellik ile derinliği, vasat ile iyiyi yeniden ayırabilmesiyle mümkündür. Bergman’ın içsel sorgulamaları ve Buñuel’in toplumsal tabuları parçalayışı, bu yetiyi geri kazandıran sinemasal örneklerdir.
Bu bağlamda, sanatın özellikle de sinemanın rolü, yalnızca bir izleme deneyimi sunmakla sınırlı kalmaz; bireyin farkındalığını yeniden inşa eden bir direnç alanı yaratır.
Bu nedenle, sinema gibi ifade alanları yalnızca anlatı ya da estetik deneyim sunmaz; aynı zamanda bireyin toplumsal iktidarlara karşı düşünsel direncini örgütleyebileceği alanlar haline gelir. Gerçek anlamda “iyi” olanı fark etmek, hem tarihsel hem kültürel farkındalık hem de bastırılmış duyuların yeniden harekete geçmesiyle mümkündür. Bergman’ın insanın iç dünyasına yönelen sorgulamaları ve Buñuel’in........
© Bianet
