Ebedî İspanya
Agustín Gómez Arcos adlı İspanyol yazarın Türkçe’ye çevrilip çevrilmediğini arama motoruna sorduğumda, ben yapay zekâya yönelik herhangi bir talepte bulunmamış olmama rağmen karşıma çıkan cevap manidardı.
Etobur kuzu (L’Agneau carnivore/El cordero carnívoro) dahil tüm eserlerinin, Franco İspanya’sı çerçevesinde Antifaşizm, dine yönelik eleştiri ve Amerikan emperyalizmi temalarını irdelemesi sebebiyle Türkçe’ye tercüme edilmelerinin ve haklarında tartışmanın yerinde olacağı belirtiliyordu.
Hakkındaki Hür bir adam (Un hombre libre/A free man) adlı belgeseli seyrederken tabii ki Türkiye ve daha birçok şey aklıma geldi.
Yönetmenliğini ve kısmen senaryosunu kadın sinemacı Laura Hijman’ın gerçekleştirdiği 2025 İspanya yapımı 88 dakikalık belgesel bizi İspanya’nın karanlık mazisine taşırken coğrafyanın ilelebet yaşayacak değerlerini gözden geçirmemize de imkân tanıyor.
Geçenlerde Donostia/San Sebastián Uluslararası Film Festivali’ne iştirak etmiş olan biyografik belgesel dünya prömiyerini geçen Kasım’da Sevilla Avrupa Film Festivali’nde yapmış, akabinde LesGaiCineMad ve Malaga Film Festivali’nde boy göstermişti.
Tiyatro eserleri defalarca reddedilmiş, layık görüldüğü ödüller son anda elinden alınmış, yaratıcılığı kösteklenmiş verimli edebiyatçı Agustín Gómez Arcos çareyi Fransa’ya sığınmakta bulmuştu. Diktatör ölüp rejimi de sona erdiğinde ülkesine dönen, artık romanlarıyla meşhur ve ödüllü Agustín ikinci bir hüsrana uğrayacak, coğrafyanın acılı mazisiyle alakalı her şey unutulmaya çalışıldığı için eserlerinin de ilgisizlikle karşılandığını fark edecekti.
Pedro Almodovar ve filmde “hatırasına” ibaresiyle anılan müteveffa Marisa Paredes en başta olmak üzere onu tanıyanlar, eserlerini geç de olsa keşfedip ne kadar mühim bir yazar olduğunu idrak edenler, çevirmenler, edebiyatçılar Agustín’i ve eserlerini tartışıyor ve hak ettiği itibarın iade edilmesi için katkılarını esirgemiyor. Ne de olsa varlığı silinmek istenmiş, susturulmuş, saklanmak zorunda kalmış, kimliği tamamıyla unutulmuş, bir mezar bile çok görülmüş insanlar, Franco’nunki dahil tüm diktatörlük pratiklerinin daima kurbanları olmuşlardır.
Fazla radikal ve politik bulunan tiyatro eserleri yüzünden memleketini terk etmek zorunda kalmış anarşist ruhlu Agustín çareyi Paris’te Fransızca romanlar yazmakta bulacaktı. Aslında pek iyi konuşmadığı, hatta berbat bir aksanla telaffuz ettiği yeni dilinde yazmak ona yeni bir parkur, farklı bir hürriyet hissi imkânı tanıyordu. Diktatörlüğün kasvetli atmosferinde perişan olan iki erkek kardeş hakkındaki ilk romanı Etobur kuzu büyük bir sansasyona dönüşecek, kardeşler arasındaki şehvetli münasebet ziyadesiyle ilgi görecekti. 1975 yılının Hermes ödülüne layık görülen ensest motifli bu ilk romanından sonra kahramanımız peş peşe eserler üretecek, Goncourt’a iki defa aday olup dünyanın muhtelif dillerine yapılan çevirilerle uluslararası edebî bir şöhret hâline gelecekti.
Kitaplarını Fransızca yazmasına rağmen mevzunun damardan İspanya olduğu kesindi.
Agustín’in dili edebiyat üretiminin başından itibaren direkt ve sertti, riyakâr topluma tahammülü yoktu; dinî otoritenin gaddarlığını teşhir ediyordu, gerici namus kavramına düpedüz meydan okuduğu muhakkaktı, radikal feministti. Memleketi bir işkenceler diyarıydı, insanlar zorla kaybediliyordu, sansür ve yasaklar halkı bezdirdiği gibi tehlike her an herkesin kapısındaydı. İktidar kendini çoktan düzenin ve ahlakın bekçisi ilan etmişti, sessizliği kalıcı hâle getirmek istiyordu. İnsanların harekete geçmediği, düşünmemeye, hayal etmemeye alıştırıldığı, pasiflikle eşdeğer bir sessizlik empoze ediliyordu.
Franco rejiminin erkeklikle de ilgili problemi vardı. Eşcinsel olmak, efemine davranmak ütopik evrenlerinde makbul değildi; oysa kahramanımızın tercihi erkeklerdi.
Agustín kadere inanmayan, hayatına şahsen yön vermekten başka seçenek görmeyen güçlü bir karaktere sahipti. Hafızanın ne kadar mühim olduğunu biliyor, onu bir hayat pınarına benzetiyordu; hakikatten daha güzel bir şey hayal edilemeyeceğini söylüyordu. Filmdeki muhtelif dönemleri layıkıyla yansıtan arşiv filmleri belgesele ahenkli bir montajla yedirildiği gibi farklı farklı coğrafyaların ruhunu yakalamamız sözkonusu olduğunda görsel malzeme açısından hiçbir sıkıntı çekmiyoruz. Yazarın memleketi Endülüs’ten etkileyici siyah beyaz görüntüler bir yana, muhtelif röportajlar sayesinde gayet teferruatlı bir anlatımla karşı karşıyayız.
Kahramanımız düşkün olduğu hürriyeti aslında memleketinden kaçıp sığındığı 60’ların Londra’sında tanımıştı. 1968 coşkusu sürerken Agustín’in Paris’e taşınmasıyla ufkunun daha da genişlediğini görüyoruz. Lakin 1976 yılında İspanya’ya döndüğünde Franco rejiminin baskısından fazlasıyla yılmış halkın hürriyet olarak algıladıkları kendi hürriyet hissinden çok farklıydı. LGBT içerikli ilk protesto yürüyüşleri tertip ediliyor olmasına rağmen zıvanadan çıkmışçasına içki içen, uyuşturucu ve uyarıcı kullanan, âlemden âleme koşan İspanya’nın kendini adeta sefahate adadığını fark etmişti.
Agustín için işin daha da acayip tarafı diktatörlüğün hemen akabindeki geçiş döneminde mazinin tamamıyla unutulmak istenmiş, geçmişin içgüdüsel bir korunma refleksiyle sanki silinivermiş olmasıydı. Halbuki kendisi gurbette memleketinin acılarını teninde hissetmiş, eserlerinde yurduyla beraber nefes alıp verdiğini yedi düvele yansıtmıştı.
Ne yazık ki, artık dünya çapında tanınsa da Agustín’in kitapları İspanyollar’a hatırlamak istemediklerini hatırlatacaktı. Eserlerini kimse yazarın ana diline çevirmeyecek, hiç bir yayınevi ondan yeni bir kitap yazmasını rica etmeyecekti.
AIDS’e yakalandığında İspanya’da tedavi olabileceği halde daha çok güvendiği Fransa’daki tıbbi müesseselerde çare arayacaktı.
Agustín Gómez Arcos’un dili ve eserleri oldum olası şiddetli, hatta vahşi addediliyordu. İğrençlik ve kokuşmuşluk saçıyordu, dekadansın Allah’ıydı. Biraz da o yüzden İspanya’da artık keşfedilmiş edebî cevheri ziyadesiyle çağdaş bulunuyor, kendi jenerasyonuna göre iki jenerasyon ileride olduğuna inanılıyor.
Almodovar’ın bile eserlerini sinemaya uyarlamakta zorlandığını kaydetmekte fayda var.
“Kendinizi lanetlenmiş bir yazar olarak görüyor musunuz?” sualine cevaben Agustín, “Zor bir yazar olarak görüyorum, hiç kimseden sipariş almamış, o yüzden de şöhrete ulaşmamış ve hep akıntıya karşı kürek çekmiş bir yazar.”
“Peki buna içerlediniz mi?”
“Yoo!”
“Ama unutmadınız!”
“Tarihi unutmak absürt bir durumdur, kendi tarihini unutmak da öyle.”
“İspanya’nın size nankörlük ettiğini düşünüyor musunuz?”
“İspanya’nın bana nakörlük ettiğini söylemem de apbsürt olur çünkü İspanya’yı kitaplarımı yayınlamamış editörlere veya iktidardaki siyasetçilere indirgemem manasına gelir”.
İspanya’nın bundan çok daha fazlası olduğu, Agustín’in payının da bunda yüksek olduğunu bilmek rahatlatıcı.
Ona “Viva España” (Yaşasın İspanya) dediğinde neyi kastettiği sorulduğunda, Agustín’in edebiyat klasikleri Don Kişot’tan, La Celestina’dan, Tormesli Lazarillo’dan bahsettiği de asla unutulmadı.
“Yani İspanya sizin için mazinin İspanya’sı mı?” diye sıkıştırıldığında “Bilakis, ebedî İspanya’dan bahsediyorum” demişti.
Artık memleketinde de Agustín Gómez Arcos’a hak ettiği itibarın teslim edilmiş olduğunu ve ebediyen hatırlanacağını bilmek sevindirici.
Ölmesine yakın bir röportajda Agustín kendini her zamanki gibi atipik, marjinal, acayip, dışarlıklı gibi sıfatlarla betimlemişti. Ne de olsa İspanya’da diktatörlüğün muhalifler için arzuladığı biçimde “hayalet” yazar kimliğine, bir lanete uğramışçasına hapsolduğunu düşünüyordu.
Oysa belgeseldeki bir edebiyatçının dediği gibi, artık sansürcüler ve cellatlar kurbanlarını mahkûm etmek istedikleri o “hayalet” boyutuna geçip tarihten silinirken, Federico García Lorca’lar, Agustín Gómez Arcos’lar birer yıldız gibi parlıyor.
(MT / AB)
Sanatı nasıl yaşarız? Şarkılar, kitaplar ve filmler hayatımıza nasıl girer, nasıl kalır ve bir gün nasıl gider? Bu yazıda, toplumsal ritme bakarak ve retrospektif bir kavrayışla bunu anlatmaya çalıştım. Darbe sonrası birçok kopuşun daha net ortaya çıktığı için, seksenler bu yazının merkezinde durmakta.
Yurtdışından gelenlerin bazıların yanında getirdikleri Yılmaz Güney kasetleri, başka adlarla evlere girer; perdeler kapanır, videonun “play” tuşu tık eder; görüntüler, 80’lerin ağır havasına karışır... On yılın ikinci yarısında İstanbul’un varoşlarında Ferhat Tunç, Ahmet Kaya, Zülfü Livaneli ve ardından Grup Yorum daha çok duyulmaya başlamıştı. Henüz 90’lara varılmamış ve radyolar, biri de Radyo Umut daha açılmamıştır; kaset hala elden ele geziyordu.
Şiwan Perwer’in sesi ara sokakların aralarından çıkıyordu. Sert ezgilerin arasında bazı otomobillerde Zeki Müren’in sesi yankılanır; hâlbuki sokaklarda aynı anda homofobik ve transfobik alaylar dolaşırdı Zeki Müren ve Bülent Ersoy aleyhine. Aynı mekân, farkı müzikle farklılaşan gençlik vardı.
Önceki kuşağın siyasallaşmasında elden ele dolaşan romanlar (Ana, Demir Ökçe vb.) temel referanstır; sonraki........



















































