Josè Urrutikoetxea: Silahlı mücadeleden müzakereye, ETA’dan Kürt mücadelesine
Bu söyleşiyi İtalyancadan Türkçeye Ercan Jan Aktaş çevirdi.
12 Mayıs'ta Kürdistan İşçi Partisi (PKK), dönüşüm ve çözüm yolunda yeni bir sürecin başladığını duyurdu.
Bu yeni aşama, silahlı mücadeleden vazgeçmeyi ve Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde demokratik siyasi hayata katılmayı öngörüyor.
Ancak şu an itibariyle, bu değişimin hukuki temelini oluşturabilecek yeni düzenlemelerin olası şekilde hayata geçirilmesine dair geniş, şeffaf ve kamusal tartışmalar yapılmış değil.
Merkezi hükümet, ülkenin gerçek anlamda demokratik dönüşümünü destekleyecek ne tür öneriler geliştirdiğini henüz resmen açıklamış değil. Ayrıca, siyasi partilerden veya parlamentodan toplumsal bir uzlaşma sürecinin inşasına dair kayda değer siyasi girişimler de henüz ortaya çıkmış değil.
Bu hâlâ belirsizliklerle dolu tabloda, geçmişte benzer yollardan geçmiş kişi ve örgütlerin deneyimlerini analiz etmek ve değerini teslim etmek büyük önem taşıyor.
Bu örneklerden biri, silahlı ETA örgütünün silahsızlanma ve fesih sürecinde merkezi bir rol üstlenmiş olan José Antonio Urrutikoetxea Bengoetxea’dır.
Josu Urrutikoetxea ya da Josu Ternera adıyla bilinen bu isim, genç yaşta örgütün saflarına katılmış ve militanlık süresi boyunca birçok kez tutuklandı.
Urrutikoetxea, yıllarca silahlı mücadele yürüttükten sonra, siyasi çözüm yoluna yönelen bir örgütün içinden gelen biri olarak, müzakere süreçlerinin hem olanaklarını hem de engellerini kapsamlı biçimde analiz ediyor.
Devletle yürütülen diyalog süreçlerinde (veya girişimlerinde) rolünüz neydi?
Bence bir siyasi çatışmanın çözümünü hedefleyen her süreç, az ya da çok uzun sürebilen bazı ön aşamaları içerir. Bu ön aşama, çeşitli biçimlerde müzakerelerin açılmasına yol açabilecek ya da açamayacak temasların kurulduğu bir evreyi kapsar.
Ardından, anlaşmaların yapılması ve bu anlaşmaların uygulanması ile izlenmesini içeren bir süreç gelir. Şunu da belirtmek gerekir ki, 1959’dan 2011’e kadar süren siyasi-askerî mücadelenin son döneminde, siyasi çatışmanın çözümünün askerî bir zaferle ya da halk ayaklanmasıyla değil, İspanyol devletiyle yürütülecek bir siyasi müzakereyle gerçekleşeceğine inanılıyordu.
Bizim örneğimizde, İspanyol devletiyle temasların ve müzakerelerin gerçekleştiği her dönemde (1989, 1998, 2005 ve 2011), o anki güç dengelerini ayrıntılı bir şekilde analiz eden bir değerlendirme yapılırdı. Bu analizler hem Bask Ülkesi’ndeki (Euskal Herria) toplumsal ve siyasi güçlerin – yani bağımsızlıkçı sol, Bask sağının temsilcisi olan Bask Milliyetçi Partisi (PNV), İspanyol solunun Bask kolu (PSOE) ve Bask’ta azınlıkta kalan İspanyol sağ ve aşırı sağı – durumunu hem de İspanya’daki, Avrupa’daki ve dünya genelindeki jeostratejik konjonktürü hesaba katardı.
ETA ile bağımsızlıkçı sol arasındaki siyasi-askerî çatışma ile İspanyol devleti arasındaki ilişkiler de doğal olarak güçlü bir biçimde dikkate alınırdı.
Bu analizler doğrultusunda, her seferinde devlete yönelik bir köprü kurmanın uygun olup olmadığına, devletin temsilcileriyle güvenilir ve sağlam bir iletişim kanalı açmaya yönelik adımlar atmanın zamanı olup olmadığına karar verilirdi.
Benim rolüm, ETA'nın uluslararası ilişkiler biriminde bir militan olarak (1989, 2005 ve 2011 – 1998’de İspanya’da bir hapishanedeydim) bu iletişim yollarının somutlaşması için çalışmaktı: 1989’da Cezayir devleti aracılığıyla; 2005’te İspanyol hükümetine yakın politik militanlar, din adamları ve bir STK aracılığıyla; 2005 ve 2011’de ise doğrudan sivil toplum kuruluşları (STK) aracılığıyla.
Geniş anlamda bir müzakere süreci olarak tanımlanabilecek bir aşamaya geçildiğinde, masadaki ilk konu her zaman şu olurdu: ev sahibi devletin (1989’da Cezayir, 2005’te İsviçre, Norveç ve Fransa, 2011’de Norveç) ve İspanyol devletinin, heyetimizin güvenliğini garanti altına alması. Ardından bir çalışma planı ya da müzakere yol haritasının belirlenmesi gelirdi. Bu plana geçmeden önce, toplantıların güvenliği, tutanakların kaydı gibi teknik konuların ele alınması gerekirdi…
Anlaşmalar onaylandıktan sonra uygulama aşamasına geçilir. Bu aşama için, sivil toplum kuruluşlarından ve/veya devletlerden oluşabilecek bir uluslararası gözlem grubunun oluşturulması hayati önem taşır. Bu grubun görevi, süreci izlemek, denetlemek ve – maalesef bu her zaman olur – anlaşmaları uygulamayan ya da uygulamayı engelleyen taraflara baskı yapmaktır.
Bu müzakereler ve barış görüşmeleri bağlamında talepleriniz nelerdi?
1989 yılının ilk aylarında Cezayir'de gelişen diyalog ve müzakere sürecinde, taleplerimiz KAS alternatifi (bağımsızlıkçı sosyalist koordinasyon) çerçevesinde yer alıyordu.
1998 yılında imzalanan Lizarra-Garazi anlaşmasıyla amaç, Euskal Herria’daki siyasi ve toplumsal güçler arasında bir uzlaşmaya varmak ve bu uzlaşmayı fiilen günlük yaşamda hayata geçirmekti. 2005 ve 2011’deki müzakerelerde ise çatışmanın sonuçlarını çözmeye yönelik adımlar atılmaya çalışıldı (bir önceki yanıtta açıklanan başlıklar çerçevesinde).
Türkiye örneğiyle ortak bir nokta da, ateşkes ve fesih anında İspanya’da da iktidarda bir sağ hükümetin bulunması. Sence bunun nedeni nedir?
Bu diyalog ve süreçlerin gerçekleştiği çeşitli dönemlerde hem sağcı Halk Partisi (PP – diktatörlük döneminin mirasçısı) hükümetleriyle hem de “sosyalist” hükümetlerle karşı karşıya geldik. Ancak esas sorun, ister PP ister PSOE olsun, devletin izlediği politikanın “İspanya”nın bölünmezliği, yani toprak bütünlüğü meselesinde neredeyse aynı olmasıdır. Unutulmamalıdır ki bugünkü İspanyol devlet rejimi, 1978 Anayasası’ndan kaynaklanmaktadır.
Bu Anayasa, farklı siyasi partiler arasında bir uzlaşmanın sonucudur: 40 yıl boyunca diktatörlüğü sürdürmüş faşist yapıların “demokratik” siyasi oyuna katılımına izin veren bir tür “temiz sayfa açma” hamlesi olmuştur.
Bu yapı, 1969 yılında diktatör Franco tarafından seçilen Kral Juan Carlos I’in başında olduğu monarşik rejimi de kabul etti.
1978 Anayasası'nın 8. maddesi, silahlı kuvvetlere ülkenin toprak bütünlüğünün garantörü rolünü vermektedir. Günümüzdeki siyasi tabloda, PSOE hükümeti, göreve başlarken Basklı, Galiçyalı ve Katalan solcu ve bağımsızlıkçı partilerin desteğini alsa da, bu destek sayesinde – resmen kabul etmese de – İspanyol devletinin çok uluslu bir yapı olduğunu tartışmak zorunda kalmaktadır. Basklı bağımsızlıkçı sol olarak bizlerin talebi ise, Bask halkının kendi geleceğini özgürce belirleme hakkına dayanıyor.
Örgütünüz paradigma değişikliğine gittiğinde, İspanyol devleti hangi stratejileri benimsedi?
Bağımsızlıkçı sol 2011 yılında paradigma değişikliğine gittiğinde, İspanya’da iktidarda PSOE vardı. Norveç’te bir müzakere süreci başlatılması konusunda PSOE ile bir anlaşmaya varılmıştı ve ETA, bu süreç için bir heyet belirlemişti (ben de bu heyetin bir parçasıydım). Ancak kısa bir süre sonra genel seçimler yapıldı ve Halk Partisi (PP) iktidara gelerek Mariano Rajoy başkanlığında hükümeti kurdu.
Bu hükümet, var olan müzakere sürecine dair anlaşmayı tanımadı ve ETA heyeti Norveç’te bulunduğu süre boyunca (bir yıldan uzun bir süre), İspanyol devleti hiçbir temsilci göndermeye dahi tenezzül etmedi. Başkan Rajoy’un meşhur sözleri durumu özetliyordu: “Teröristlerle müzakere edilmez, teröristlere terör estirilir”...
İspanyol devletinin bu siyasi çatışmanın çözümüne yönelik bir müzakere süreci başlatmaya yanaşmaması, ETA’yı sivil toplum tarafından desteklenen tek taraflı bir süreç geliştirmeye yöneltti. Bu süreç, silahsızlanma ve ardından gelen fesih kararının önünü açtı.
Tüm bunlar, bugün bağımsızlıkçı ve egemenlikçi solun Euskal Herria’da birinci siyasi güç haline geldiği bir siyasi bağlamda gerçekleşti. 2000-2010 yılları arasında bağımsızlıkçı solun tamamen yasaklandığı ve çok ağır baskıların yaşandığı yılların ardından bugün yükseliş dönemindeyiz. Ancak, bağımsız bir devletin kurulması hedefimize ulaşana kadar siyasi mücadele sürecinin zorlu ve uzun olacağını biliyoruz.
İtalyancadan Türkçeye çeviri Ercan Jan Aktaş
https://yeniyasamgazetesi9.com/nokta-nokta-virgul-virgul-muzakere-yaptik/
https://www.ozgurpolitika.com/haberi-baris-masasi-kurmak-197098
Josè Urrutikoetxea: dalla lotta armata alla negoziazione. Il caso dell'Eta e la sfida curda - di Murat Cinar [intervista]
Ulus Baker ve Dziga Vertov’un görsel kültür kuramları, imajların sadece gerçekliği yansıtmakla kalmayıp, toplumsal düşünce biçimlerini ve politik kanaatleri dönüştürme gücüne sahip olduğunu ortaya koyar. Bu potansiyel, özellikle otoriter rejimler tarafından bir tehdit olarak algılanır. Görsel temsil, politik düzlemde estetik ifadeden öte bir araç hâline gelir ve toplumsal algıların şekillenmesinde etkin rol oynar.
Türkiye’de 2010’lu yıllardan itibaren yükselen baskıcı politikalar ve medya üzerindeki sistematik denetim, bu duruma özgü örnekler sunar. İktidarın görsellerle kurduğu çatışmalı ilişki, yalnızca mevcut düzenin sarsılmasından duyulan endişeyle açıklanamaz; kamusal hafıza ve kolektif kanaatlerin inşasında kontrolü kaybetme korkusuyla da bağlantılıdır.
Dijital mecralarda hızla yayılan görseller, denetimi aşındırma riski taşıdığından hassas bir alan olarak öne çıkar. Baker’in belirttiği gibi, imajlar toplumsal gerçekliği pasifçe yansıtmak yerine onu kurar ve yeniden üretir. Türkiye’de sosyal medya ve dijital platformlarda dolaşan görsel içeriklerin, iktidarın toplumsal algı üzerindeki etkisini zayıflatabileceği düşünülebilir.
Görsel üretimin gazetecilerden sanatçılara, sıradan yurttaşlardan aktivistlere kadar geniş bir kesim tarafından gerçekleştirilmesi, ifade özgürlüğünün bir tezahüründen öte, bazen direniş biçimi olarak okunabilir. Bu duruma karşılık iktidar, çeşitli sansür, gözetim ve baskı mekanizmalarını devreye sokar.
Toplumsal hafıza ve düşünsel yapıların denetimi, iktidarın egemenliğini sürdürme araçlarından biridir. Pierre Bourdieu’nun “sembolik şiddet” kavramı, bu süreci anlamak için önemli bir çerçeve sunar. İktidar, yalnızca fiziksel ya da hukuksal değil, sembolik düzlemde de bireyler üzerinde etkili olur.
Bu şiddet, bireylerin dünyayı algılama ve anlamlandırma biçimlerinin iktidar eliyle şekillendirilmesini içerir. Türkiye’de medya üzerindeki yoğun denetim ve sansür uygulamaları, sembolik gücün yansımasıdır.
Görsel imgeler, yalnızca temsil aracı olmanın ötesinde, toplumsal normları dönüştürme ve hâkim anlatılara karşı yeni düşünsel alanlar açma potansiyeline sahiptir.
Bir protestonun, bireysel direnişin ya da gündelik bir anın kayda alınıp yayılması, iktidarın kurguladığı gerçekliğe müdahale işlevi görebilir. Bourdieu’nun “alan” teorisi, bu görsel üretimleri medya alanı içindeki güç ilişkilerinin bir parçası olarak okumayı sağlar. Medya, yalnızca içeriğin kendisiyle değil, içeriğin nasıl sunulduğuyla da toplumsal algıyı şekillendirir.
Görselin üretim ve dolaşım bağlamı, toplumsal hafıza üzerinde etkili olacak yeni anlatıların........
© Bianet
