Kamusal alanda sağlık ölçümleri üzerinden sağlamcılığı düşünmek
Şehir meydanlarında ve alışveriş merkezlerinde insanlar sıraya diziliyor. Karşımıza bir masa kurulmuş, boyumuz ölçülüyor, kilomuz tartılıyor, ardından vücut kitle endeksimize göre “normal miyiz değil miyiz” diye sınıflandırılıyoruz. Eğer “normal” değilsek bir sağlık birimindeki diyetisyene yönlendiriliyoruz. Sağlık Bakanlığı'nın yürüttüğü bu uygulama; ilk bakışta "toplum sağlığı önemseniyor" izlenimi verebilir, ancak bu tür bir müdahaleyi sağlamcılık bağlamında düşündüğümüzde rahatsız edici bir tablo ortaya çıkıyor.
Öncelikle, hastalıkla engellilik arasındaki farkı açıkça belirtmem gerekir. Hastalık; genellikle ilerleyici, ağrılı ve zamanla yaşamı tehdit edebilen, tedavi ya da müdahale gerektiren bir durumdur. Buna karşılık engellilik , çoğu zaman kişinin bedensel özelliklerinden değil, bu özelliklerin toplumla ve mekânla uyumsuzluğundan kaynaklanır. Örneğin ben körüm; ağrı sızı çekmiyorum, bu durum bedenimin başka bir yerine yayılmıyor, hayatımı tehdit etmiyor. Yaşadığım sorunlar, çevrenin erişilebilir olmaması, toplumun dışlayıcı tutumları ve ayrımcılıklarıyla ilgili. Ancak bu ayrımı yaptıktan sonra tamamen alakasız olmadıklarını da söylemem gerekir. Bugün sağlıkla ilgili oluşturulan ideoloji, yalnızca hastalığı değil her türlü norm dışı bedeni tehdit olarak sunabiliyor.
Örneğin “fazla” kilolu olmak ya da “kısa” boylu olmak, doğrudan bir hastalık olmasa da sağlıksızlıkla eş anlamlı hâle getirilebiliyor. Böylece sağlık; görünüşe, performansa, hatta kişisel değere dair bir ölçüte dönüşüyor. Sağlıklı olmak artık ağrı sızı çekmemek değil; ideal kiloya sahip olmak, düzgün bir duruşa, pürüzsüz bir cilde, güçlü kaslara, mutlu bir ruha sahip olmak anlamına geliyor.
Burada devreye sağlamcılık giriyor. Sağlamcılık, yalnızca engellileri değil her tür "norm dışı" bedeni değersizleştiren bir düşünme biçimidir. Bu düşünceye göre bedensel ve zihinsel işlevlerin belli bir standardı vardır; bu standarda uymayanlar eksik, sorunlu, hatta topluma yük olarak görülür. Yaşlı, yavaş, şişman, farklı yürüyen, farklı konuşan herkes bu dışlama mekanizmasının hedefi hâline gelebilir.
Bir yandan da "sağlıklı olmak" sırtımıza binen yeni ve ağır bir yüke dönüşüyor. Sağlık, giderek daha çok kişisel başarıyla eşleştiriliyor. Sanki hepimiz sağlıklı olup olmamamızdan tek başımıza sorumluyuz. Bu büyük bir yanıltma. Sağlıklı gıdaya erişim, temiz çevre, güvenli barınma, dinlenme hakkı, adil iş koşulları gibi faktörler olmadan kim "kendi çabasıyla" sağlıklı kalabilir?
Bugün içinde yaşadığımız sistem, insanların sağlıksız olmasına neden olan yapısal eşitsizliklerle dolu. Bu nedenle halk sağlığı konusu doğrudan politik bir mesele zaten.
Durum böyleyken; alışveriş merkezinde kurulan bir ölçüm masası, aynı zamanda bir biyopolitik kontrol aracı işlevi görüyor. (Foucault'nun kavramlaştırdığı biçimiyle biyopolitika , devletin bireylerin bedenlerini gözetleme, sınıflandırma ve düzenleme yollarını anlatır.) Kamusal alanda yapılan bu ölçümler, kişilerin bedenlerini "ölçülebilir, denetlenebilir, norma uydurulabilir" hale getiriyor. Böylece sağlık çabası, gözetim haline geliyor.
Bu ölçümde, sıradan bir günde, durduk yerde, bedenimiz dışarıdan bir gözle inceleniyor. Bu göz, bizim ölçülmemiz ve değerlendirilmemiz üzerinden bizi disipline ediyor. Kendi bedenlerimize duyduğumuz güvenin yerini bir eksiklik hissi, hatta utanç alıyor. Sağlıklı olamamanın getirdiği suçluluk duygusu, birçok insan için anksiyete kaynağı oluyor. Sağlık, bir şifa değil bir stres haline geliyor.
Bu yaşananların etkisi sadece kişilerle de sınırlı değil, toplumun bedensel çeşitliliği algılama biçimini de belirliyor. Sağlık dayatıldığında, farklılıklar da patoloji hâline geliyor. Yani sağlık bir hak olmaktan çıkıp bir mecburiyet olduğunda, bedenleri “ıslah” etme çabası da bir tür modern öjenik (soya dayalı ıslahçı düşünce) pratiğe dönüşebilir. Bugün belki kimse açıktan "Kusurlu genleri yok edelim" demiyor ama bazen engelliler için bazen fakirler için bazense sadece tipini beğenmedikleri kişiler için "Bunlar da çocuk yapmasın" ifadeleri rahatça paylaşılabiliyor.
Sonuç olarak, bu tarz müdahaleler bizi gerçekten daha sağlıklı yapmıyor; sadece bedenlerimizi daha uysal, daha itaatkâr ve daha kaygılı hale getiriyor. Sağlıklı olmak elbette önemli olabilir ama bu önem ancak eşitlikçi ve kapsayıcı bir toplumda anlamlı olur. Sağlamcılığın hâkim olduğu bir düzende sağlık; belli bir azınlık için bir ayrıcalık, büyük bir çoğunluk içinse gerçek anlamda sahip olmalarına izin verilmeyen ancak yine de sahipmiş gibi görünmeleri gereken estetik ve etik bir zorlama.
(AD)
Neoliberal sistemin korktuğu, olmaması için hepimizi korkuttuğu iki önemli şey var: Boş alan ve boş zaman.
Boş alanları inşaatlarla, yapılarla ve “yaşam merkezleriyle” dolduran sistem, kişiden bir “performans öznesi” olmasını ısrarla isterken ona her koşulda (geceleri, gündüzleri, seyahatte, dinlenirken, tatilde vd.) çalışması gerektiğini söylüyor. Bu durum da Kazimir Maleviç’in “varlığı anlamlı kılıyor” dediği boşluğun örselenmesine denk geliyor.
Yaşamaya vakit ayırmayı paranteze almak ise tembellik ve aylaklık hakkından çalmak demek. Tüketimin ve sistemin sürdürülebilirliğinin her şeyin önüne geçirildiği günümüzde, sürekli çalışmanın kutsallaştırıldığı, boş zamanın ise “verimliliğin” ve “performansın” düşmanı hâline getirildiğini görüyoruz. Bir zamanlar toplama kamplarının kapısına yazılan “çalışmak özgürleştirir” sloganının bir benzerine rastlıyoruz şimdilerde. Sistem, bir yandan hızla çalışmayı öğütlerken diğer taraftan “yavaşlamayı” piyasaya sürüyor. Yorulanları, performansı ve verimliliği daha da artsın diye teskin edip dinlendiriyor. “Refah”, “zenginlik” ve “sahip olma” hayallerini havuç misali göz önünde tutarak, sopayı kölelerinin sırtından eksik etmiyor. Böylece borçlular ve alacaklılar diye ikiye böldüğü insanlardan, borcunu ödemesi ve alacaklarını tahsil etmesi için devamlı çalışmasını bekleyerek çemberi........
© Bianet
