menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Aynı 'şiddet'e karşı iki 'ret'

10 1
11.10.2025

Malumunuz bir süreçtir konuşuluyor; herkes adına barış demek için çırpınıyor. Devlet-sermaye işbirliğinin şimdiye dek ürettiklerini gördüğümüzden olsa gerek, umudumuzu korusak da ruhumuzda bir “güvercin ürkekliği”. Çünkü biliyoruz ki barış yalnızca silahların susmasından ibaret değil ve masalarda konuşularak da gelmiyor. Toplumsal ilişkilerden kaynağını alan bir müşterek hale işaret ediyor. Üzerine çaba harcamamız gereken bir hal ve bu yönüyle bir cesaret biçimi de.

İşte bu çaba, barışı toplumsallaştırma üzerinden kavramsallaşıyor yeniden. Mamafih kıymetli tartışmalar yürüyor olsa da soyut kalabiliyor: Nedir bu barışı toplumsallaştırmak? Nasıl bulur karşılığını toplumsal hayatta.

Birçok biçimi var elbet ama burada hayvan özgürlüğü üzerinden konuyu ele alalım; barışı da vicdani ret perspektifinden. Ütopik gibi görünebilir; “Dur diego 1001 derdimiz var, nereden çıktı hayvan özgür meselesi” denebilir. Oysa öyle mi? Uzak görünse de militarizm ve hayvan özgürlüğü arasında derin bir bağ var.

Her şeyden önce ekolojinin temel ilkeleri der ki, “Doğada her şey birbiriyle bağlantılıdır” ve “Her şey bir yere gider”. Dem vurmadan geçemem; bugünün indirgemeci yaklaşımı, hayatı parçalara ayırarak tanımlıyor. Öyle bir kültür yerleştirildi ki artık sorunları dahi bölerek çözmeye çalışıyoruz; içinde bulunduğumuz sistemden ayrı düşünemez oluyoruz. Egemenler ne düşünüyorsa, onu yeniden üretmek üzere koşullandırılıyoruz. Ürkütücü bir kısır döngü.

Oysa sorunlar bir ve bütün, meseleyi nereden ele alırsak alalım başka bir boyuta dokunmadan geçmek imkansız. Bu kafa karıştırıcı da olabilir, bizi güçsüz de hissettirebilir ama belki de çözüm en yalın haliyle karşımızdadır. Çözüm etik değerlerde saklıdır. Etik bir biçimde yaşayacağımız hayat, adil, onurlu ve herkes için güzel bir hayatın ta kendisidir.

İşte bu temel etik değerlerden belki de en yalını, en kadimi - barışın en eski sözü, öldürmemektir; bir başkasına iraden dahilinde zarar vermemek. İşte şimdi militarizm ve hayvan özgürlüğü arasındaki ilişki belirginleşmeye başlıyor. Çünkü biri insanın insana ölümü dayatması diğeri insanın hayvana ölümü dayatması.

Militarizm de türcü anlayış da, kendi dışındakileri, yani “ötekini” nesneleştirir. Militarizm, itaatin mutlaklaştırıldığı bir düzen inşa eder; askerler, komut zincirinin parçasıdır ve öznel karar yetisini yitirir. Bu itaat en gerici emirlere - masum bir yaşamı hedef alan bir emre dahi itiraz edilememesine dek gider ve insanı özne olmaktan çıkarır, onu bir makineye indirger. Diğer yandan, hayvanlar da bu türcü sistem içinde, et, süt, yumurta gibi metriklerle tanımlanır, bir ürün haline getirilir. Kimi zaman deney nesnesi olurlar, kimi zaman “süs” olarak pazarlanırlar. Sonuç: iradeleri ve duyguları yok sayılır.

Devlet-militarizm-kapitalizm üçlüsü, insan bedenini askere, hayvan bedenini ürüne, doğayı kaynağa dönüştüren, farklı gibi görünen ama esasında aynı makinedir. Oysa ne hayvanlar maldır ne de insan bedenleri acımasızca kullanılan bir kaynaktır. Doğa ise gerçekte bir varlıktır.

Her iki sistemin reddiyesi ise vicdani rettir temelde. Genel olarak vicdani ret, askerlik yapmayı reddetmek olsa da esasen içine doğduğumuz bu belirlenmiş dünyada, etik bulmadığın, onaylamadığın, inanmadığın tüm davranışları reddetmekten ileri gelir. Dolayısıyla, vicdani ret ve hayvan özgürlüğü felsefesi aynı madalyonun iki yüzüdür.

Bu noktada Foucault’nun biyopolitikasına gidebiliriz. Temelde der ki, dünya, egemenlerin inşa ettiği bir düzende, insanların özne olamadığı, bir belirlenilmişlik içinde sürüklendiği bir dünyadır. Bu bağlamda “yaşam” hem korunur hem de düzenlenir; kimi hayatlar değerli görülür, kimi hayatlar yönetilerek sömürülür. İşte biyopolitik çerçeve, devletin hangi yaşam formlarını “üretip” hangilerini “ihmal ettiğini ya da harcadığını” tartışırken bize araçsal bir analiz sunar. Hayvan bedenlerinin endüstriyel yönetimi ve asker bedenlerinin disipline edilmesi aynı mantığın iki farklı parçası olarak okunabilir. Bu noktada vicdani ret de hayvanları sömürmemek de kişinin özneleşme sürecinin bir adımıdır.

Teorik bir açılım daha yapmak istersek, nekro-politika kavramına değinebiliriz. Nekro-politika, devletlerin artık sosyal katmanlarda kimlerin nasıl yaşayacağını ve öleceğini, politik güç kullanarak dikte ettiğini gösteriyor. İktidarlar militarist bir siyasi şiddet kullanarak, istediği sosyal sınıflara, ölümü ve sivil ölümü dayatıyor, istediği kitleleri köleleştiriyor. Tıpkı hayvanlara yaptığı gibi. Nekro-politikanın en açık yüzlerinden biri işte hayvan endüstrileri. Ölümün yönetimi orada bir fabrika düzeninde ve bu fabrika, askeri kamplardan ya da savaş cephelerinden daha az nekro-politik değil.

Hayvanlara yapılanlar bugün daha çok göze dokunuyor olabilir ya da insanlara yapılanlar saklanıyor. Ancak gündelik hayatı ören militarizm esasında aynı kategorileştirmeyi insan toplumuna da yapıyor. Sonunda bu ideoloji, tür ve sınıf temelli ayrımları yeniden üretiyor, perçinliyor. Pratiğini her an her yerde kolayca gördüğümüz bu teorik bakış, insanların ve hayvanların, sermaye ve iktidarlar nezdindeki siyasal değerlerini açıkça ortaya koyuyor.

Chul Han’ın şiddetin topolojisinde dediği gibi, şiddet de artık her zaman kanlı, çıplak, doğrudan bir zarar verme biçiminde işlemiyor; çok daha incelmiş, görünmezleşmiş, “normalleşmiş” bir tüketme biçimi halini alıyor. Dolayısıyla şiddet, neoliberal gündelik hayatın olağan işleyişinde var. Hayvanların rutin bir şekilde sömürülmesi, bu şiddetin en çıplak biçimlerinden biri. Benzer şekilde militarizm de yalnızca savaşta öldürmekle kalmıyor; toplumu sürekli bir alarm halinde tutarak, insanların yaşam enerjisini, düş gücünü, özgürlük ihtimallerini yavaş yavaş tüketiyor.

İşte bu nedenle vicdani ret de hayvan özgürlüğü de sadece öldürmeye karşı değildir; bu görünmez tüketim düzenine karşı da bir reddiyedir. Ve bir kertede, vicdani ret, şiddetsiz bir yaşamın politik boyutunu; hayvan özgürlüğü ise gündelik boyutunu temsil ediyor diyebiliriz. Ayrıca her iki hareket de bireysel vicdandan doğsa da esasen toplumsal dönüşüm hareketleridir. Vicdani ret yalnızca silah tutmayı reddetmek değildir, bunun ötesindedir; savaşın ideolojik meşruiyetini, erkeklik üzerinden kurulan tahakküm ilişkilerini ve en önemlisi gündelik hayatın militarist kodlarını reddetmeyi içerir.

O kodlardan biri de hayvanlar üzerinde uygulanan şiddet biçimleridir. Dolayısıyla vicdani ret ben öldürmeyeceğim demektir, hayvan özgürlüğü ise öldürülmesini kabul etmeyeceğim. İkisi de hem devlet şiddetine hem de insan merkezci şiddete karşı bir tutumdur. Özünde aynı kavramların reddiyesidir: itaatin, tahakkümün ve şiddetin.

Bu noktada bir başka ortak bağlam da tahakkümün ideolojik köklerinde gizlidir. Hem militarizm hem de türcülük, aydınlanmacı aklın tahakkümcü mirasından beslenir. Güçlü olanın zayıf olanı yönetmesini doğal ve meşru sayar. Bu meşruiyet üzerine hiyerarşiler inşa eder. Yasaları bu hiyerarşileri yeniden üretir, kültürü ise onları normalleştirir. Sonunda, her iki zihniyet de aynı tahakküm dilini üretir ve hem toplumsal düzeni hem de insan-dışı yaşamı........

© Bianet