menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Bir çocuğun gözünden sosyalizmin çöküşü: Özgür

25 6
latest

“İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Enver Hoca liderliğinde kurulan Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti, 1991 yılında serbest piyasa ekonomisine geçti.”

Adriyatik kıyısındaki Arnavutluk’un yakın tarihi bu şekilde ifade ediliyor. Sosyalist Arnavutluk yerini kapitalist Arnavutluk’a bırakırken toplumsal hayatta nelerin kazanılıp nelerin kaybolduğu ise pek ilgi çekmiyor.

Ne de olsa Batı merkezli burjuva-liberal anlatı Doğu Avrupa’daki tüm diğer örnekler gibi bu ülkede de meseleyi ‘özgürlük ve demokrasi geldi, otoriter rejim yıkıldı’ üzerinden okuyor.

Oysa bu bakış açısı 1990’larda Arnavutluk’ta yaşanan toplumsal çöküntüyü ve kronikleşen sorunları görmezden geliyor.

Kapanan fabrikalar, kaybedilen işler, eğitim ve sağlık gibi kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, toplumsal yozlaşma, kaos, çeteleşme, iç savaş, gemilere doluşan Arnavutların göçü... hiçbiri ‘özgürlük ve demokrasi destanında’ kendine yer bulamasa da bunlar Arnavutluk’ta yaşanan ve bir türlü tamamlanamayan ‘geçişin’ asıl hikayesi.

Peki değişim nasıl yaşandı? Eski neydi, yerine ne geldi? Arnavutluk - 1979 doğumlu yazar Lea Ypi’nin anılarını kaleme aldığı kitabı "Özgür" bize benzerine az rastlanır bir tanıklık sunuyor. London School of Economics’te siyaset teorisi hocalığı yapan Ypi, kitabında bir çocuğun gözünden Arnavutluk’un hikayesini anlatıyor.

Düşünecek olursak bugüne kadar 20. yüzyılın sosyalizm deneyimlerine ait yüzlerce anı kitabı yazıldı. Fakat bunların ezici çoğunluğu birer anti-komünist geçmiş yergisi olmaktan öteye geçen eserler değildi. Özgür ise bizim önümüze daha farklı bir yol sunuyor. Peşin hükümleri tekrar etmek yerine 1990’lı yıllarda dile getirilen ‘özgürlüğün’ anlamını sorguluyor.

Gelin biraz bu kitap üzerinden giderek biz de çöküşe ve özgürlüğe farklı bir açıyla yaklaşmaya çalışalım.

Önce biraz hafızamızı tazelemek gerek:

Nazilere karşı Arnavutluk’taki partizan direnişini örgütleyen Hoca’nın yönetimindeki bu küçük ülke, Stalin’in ölümünden sonra Sovyetler Birliği’ni ‘revizyonist’ olarak nitelendirir. Ardından Çin Halk Cumhuriyeti ile aynı cephede yer alsa da Pekin’de yaşanan siyasi hat değişikliği ile birlikte Hoca yola tek başına devam eder.

Arnavutluk deneyimi Marksist literatürde ‘reformizm karşıtı ortodoks solun temsilcisi’ şekilde değerlendirilir. Batı merkezli ana-akım medyada ise ‘katı, baskıcı, din düşmanı, çılgın bir adamın ülkesi’ olarak anılır.

Kitabın ilk bölümünde sosyalist Arnavutluk’ta yaşamanın neye benzediğini bir çocuğun gözünden okuyoruz.

Tanıklık ettiğimiz bu gündelik rutinin, avantajları ya da dezavantajları ise kitabın kırılma noktası olan sosyalist yönetimin çöküşü ile birlikte anlam kazanıyor.

“Çocukken gittiğim kulüpler, şiir, tiyatro, şarkı, matematik, doğa bilimleri, müzik ya da satranç kulüpleri, 1990’ın Aralığı’nda birden bıçak gibi kesilmişti” diyen Ypi, ‘işsizliği’ de bu aynı dönem keşfedişini şöyle yazıyor:

“Babam, ilk kez çok partili yapılan seçimlerin hemen ardından işini kaybetti. Bir öğle sonrasında eve döndü, birkaç hafta içinde ofisinin kapacağını duyurdu. Orman mühendisiydi babam ve hayatının ilk yarısını yeni ağaçların yetiştirilmesine ve bakımına adamıştı. Şimdi devletin öncelikleri değişmişti. Artık yeni ağaçlar ekilmediği gibi mevcut ağaçlar da kesiliyordu.”

Şimdiki zamanın içerisindeyken bir toplumsal olayın z raporunu çıkartmak mümkün değil. Ypi de Arnavutluk’ta sosyalist düzen yıkılırken neler olduğunu tarif edecek kategorilerinin olmadığını vurguluyor. Neler kaybettiklerini ve bunların yerine ne kazandıklarını yansıtabilecek tanımlarının dahi olmadığından söz ediyor:

“Proletarya diktatörlüğü her zaman burjuvazi diktatörlüğünün tehdidi altındadır, diye uyarılmıştık. Ama o çatışmanın ilk kurbanının, zaferin en belirgin işaretinin, tam da şu terimlerin ortadan kayboluşunu beklemiyorduk: diktatörlük, proletarya, burjuvazi. Artık sözcük dağarcığımızın bir parçası değildi onlar. Devletin silinip gitmesinden önce, bizzat o arzuyu ifade edecek dil silinip gitti. Sosyalizm, içinde yaşadığımız toplum yol olmuştu. Yaratmayı arzuladığımız ve sınıf çatışmasının ortadan kalkacağı, herkesin hür yeteneklerinin tam anlamıyla gelişebileceği toplum olan komünizm de yok olmuştu. Sadece bir ideal olarak, bir yönetim sistemi olarak yok olmamıştı, bir düşünce olarak da yoktu artık.

Geriye tek bir sözcük kalmıştı: Özgürlük. Televizyondaki her konuşmada, sokaklarda öfkeyle haykırılan her sloganda öne çıkıyordu. Nihayet gelmişti özgürlük ama soğuk sunulan bir yemeğe benziyordu. Pek az çiğneyip hemen yuttuk, açlığımız geçmedi. Bize yemek artıkları mı verildi diye merak edenler oldu. Kimileri de verilenin sadece soğuk başlangıçlar olduğunu söyledi.”

Ailelerinin sosyalizm öncesi mülklerinin peşine düşenler, kapının önüne koyulan işçiler, köşeyi dönmek çırpınan üçkağıtçılar, yurtdışına göç ile birlikte gelen fuhuş, uyuşturucu ve çeteleşme, sivil toplum adıyla gelenlerin iktidara dönüşümü, siyaset sahnesinin cambazlıkları... Bir toplumsal çürümenin nasıl ‘özgürlük’ adı altında yaşandığı Ypi'nin kitabında gayet açık bir şekilde konu ediliyor.

Özgürlüğün yıkımla beraber kazandığı anlamı Batı’nın ikiyüzlü retoriğinden bağımsız incelemek mümkün değil.

Berlin Duvarı örneği ‘kapalı sosyalist toplumların sınırlara isyanı’ şeklinde sembolleşse de gerçeğin hiç de Batı’dan göründüğü gibi olmadığını aktaran Ypi, bir anda değişen sınır politikaları ile soğuk savaş anlatısının paradoksunu ortaya koyuyor:

Eskiden ülkeden ayrılmak istediği için tutuklanırdı insanlar. Şimdi kimse iltica etmemize engel olmadığından öbür tarafta kimse bize kollarını açmıyordu. Tek değişen şey, polis üniformasının rengiydi. Biz kendi hükümetimizin değil, başka ülkelerin, eskiden kurtulmamız için bizi zorlayan ülkelerin tutuklaması riski vardı. Batı, onyıllarca Doğu’yu kapalı sınırları yüzünden eleştirmiş, hareket özgürlüğü talep eden kampanyalara parasal destek vermiş, yurt dışına çıkma hakkını kısıtlayan ülkelerin ahlaksızlığını lanetlemişti. İltica eden insanlarımız kahraman olarak karşılanırlardı. Şimdiyse cani muamelesi yapılıyordu onlara.

Belki hareket özgürlüğü hiçbir zaman gerçekten önemli olmamıştı. Pis bir iş olan tutuklamayı başkası yaparken onu savunmak kolaydı. Ama bir yere girme hakkınız yoksa dışarı çıkmanızın bir değeri var mıdır? Sınırlar ve duvarlar insanları dışarıda değil, yalnızca içeride tutmaya yararken mi kınamaya değerdi? Sınır nöbetçileri, devriye gemileri, Avrupa’nın güneyinde o yıllarda ilk kez uygulandığı üzere mültecilerin engellenmesi ve tutuklanması, sonraki onyıllarda standart uygulama haline gelecekti. Farklı bir gelecek arzusuyla gelen binlerce insana ilk başta hazırlıksız olan Batı, çok geçmeden en savunmasız olanları dışarıda bırakıp daha becerikli olanları kendine çeken mükemmel bir sistem kuracaktı, bu arada da ‘kendi hayat tarzımızı korumak için’ diyerek sınırlarını savunacaktı.

Ypi’nin eseri, kimi eleştirmenler tarafından ‘sosyalist Arnavutluk güzellemesi’ olarak adlandırılsa Özgür, sosyalist inşadan çok, toplumsal ve siyasi parçalanmanın kitabı.

Enver Hoca döneminde Arnavutluk’un daha iyi ya da daha kötü olduğu çıkarımı, okuyucunun kendisine kalmış olsa da yazarın böyle bir sonuca varma çabası yok.

Ypi, siyasi oryantasyonu ne olursa olsun, okuyucuya ‘özgürlüğün’ anlamını sorgulama fırsatı veriyor. Yer yer trajikomik, yer yer siyasi bir ders niteliğindeki Özgür’ü okumak sadece Arnavutluk’ta değil; tüm dünyada altüst olan bir kavram üzerine düşünmek için iyi bir fırsat.

"Özgür, Herşey Parçalanırken Büyümek", YKY, 208 Sayfa (2024)

(KA/EMK)

Geçtiğimiz günlerde yeni tanıştığım biriyle sohbet ederken laf dönüp dolaşıp kitaplara geldi. Benim de roman yazdığımı, kitaplar üzerine analizler yaptığımı öğrenince -kişisel algılamamı söyleyerek- kitapların demode olduğunu, günümüz insanının ihtiyaçlarına yanıt vermediğini, kendisinin de kitap okumayı bıraktığını söyledi.

Bu kadar düzgün cümleler kurmadı, yine de anladığım kadarıyla, ona göre bilgiye ulaşmanın daha pratik, daha hızlı yolları vardı; kitaplar gereksiz bir aracıydı!

Tartışmadım. Bilgiden kastettiğinin ne olduğunu sormadım. Kitapların yalnızca bilgi taşıyan birer nesne olmadığını, duyguyu, düşünceyi ve deneyimi kuşaktan kuşağa aktaran bir hafıza biçimi olduğunu anlatmaya çalışmadım. ‘Bugün kitap yalnızca basılı sayfalarla sınırlı değil; dijital formatlar, sesli kitaplar ya da ekranlardan okunan metinler var. Biçim değişse de kitap olma niteliği değişmiyor. Çünkü kitap, aktardığı şeydir: Düşüncedir, duygudur, hikâyedir” diye bir söylev de çekmedim.

Aklıma Fahrenheit 451 geldi. Kitapların yakıldığı, düşünmenin tehlike sayıldığı bir toplumda geçen o dispotik roman. Söz etmedim. Okumayacak birine kitaplardan söz etmek zül geldi.

Ne ilginç Ray Bradbury, bu romanında kitapların yalnızca otorite tarafından yakılmasını değil, bireylerin bunu içselleştirmesini eleştiriyordu. İnsanların kendi rızalarıyla düşünmekten vazgeçmesini, unutmayı seçmesini…

Ray Bradbury (1920–2012), bilimkurgu ve fantastik edebiyatı felsefi ve toplumsal sorularla besleyen bir yazar. Fahrenheit 451’i, 1950’lerin McCarthy döneminde, sansür, paranoya ve otoriterleşmenin gölgesinde yazmış. Ancak Bradbury, teknolojik ilerlemeyle birlikte yüzeyselleşen iletişim, kitlesel eğlence ve duygusal uyuşma tehlikesini erken fark etmiş bir yazar.

Onun için distopya, uzak bir gelecekte değil, “düşünmeyi bıraktığımız an”da başlıyor.

Bradbury, Fahrenheit 451’i yazarken toplumun gönüllü suskunluğundan, düşünceden kaçışından endişe ediyor.

Onun asıl korkusu, insanların kendi rızalarıyla düşünmeyi bırakmaları. Çünkü Bradbury’ye göre diktatörlük yalnızca yukarıdan gelen bir........

© Bianet