Barış ve demokratik toplum süreci
Ülkemizde 100 yıllık bir Kürt sorunu var. 100 yıllık kanlı bir tarih!
Ülkemizin toplumsal ve bölgesel durumu, bize bir çözüm dayatıyor. Ortadoğu’da zaman zaman çoğalan yangınların alevleri yüzümüzü yalıyor. Yalnızca bu sorunlu gerçekler yüzünden değil, asıl olarak insan hakları ve eşit yurttaşlık hukuku gereğince bir çözüme varılmalı.
Kürt sorunun çözümü, madalyonun arka yüzü olarak Türk sorununun da çözümü ve Türk’ün de özgürleşmesidir.
Ufukta bir kez daha kara göründü. 2013-2015 yılları arasında siluet halinde gözüken karaya geminin dümeni çevrilemedi. O halde bari bugün karaya ayak basılabilsin. Yoksa okyanusun dalgaları arasında boğulup kalacağız.
Bu metaforik cümlelerin çözüm gerçeğinin inşasına dönüşmesini umuyor ve muhalefete büyük görevler düştüğünün altını çiziyorum.
Ekim 2024'te MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin çağrısıyla başlayan, Abdullah Öcalan’ın mektubu ile PKK’nin feshi ve ilk adım olarak bir grup PKK’lının silah bırakması ile devam eden süreç, TBMM’de bir komisyon kurulması noktasına geldi. Elbette bu süreci Erdoğan iktidarının onaylaması ise, büyük bir faktördür.
Böylesine büyük toplumsal ve tarihsel sorunların çözümünde hemen her zaman büyük zorluklar yaşanır. Çünkü böylesi toplumsal sorunların yapısallığı, siyasi öznelerin ve çeşitli toplum kesimlerinin mutlaka soruna dair önsel olarak birbirine zıt, birbirini mas eden görüşler taşımasını içinde barındırır.
Çözümden kimin neyi anladığı, çözüme taraf ve karşı olanların gerekçeleri hep tartışma konusu olacak.
İktidar, MHP ve CHP süreci “Terörsüz Türkiye”, DEM Parti ise "Barış ve Demokratik Toplum" süreci olarak nitelendiriyor. Kimi muhalifler ise buna “İhanet Süreci” diyor.
Bu nitelendirmeler aslında sürece dair politik duruşları ifade ediyor.
Sürece katkı koymak istiyoruz diyen CHP, yıkıcı değil, yapıcı hareket edeceğini açıkladı. Sürecin AKP’nin ajandasına göre değil, toplumun beklentilerini karşılayacak biçimde ve şeffaf şekilde yürütülmesinin önemini belirterek, bunların gerçekleşmemesi halinde CHP’nin farklı bir tavır alabileceğini ve komisyonun yalnızca Kürt sorunu değil, Türkiye’nin demokrasi sorunu için de çalışması gerektiğini ifade etti.
Bu açıklama olumlu bir gelişme olmakla birlikte, Özgür Özel’in diğer bazı açıklamalarının satır aralarında sürece dair parti içerisinden sıkıntılar yaşadığı görülmekte.
Bu zorluklardan daha büyüğünü çözüme dair nelerin nasıl yapılacağı oluşturur.
Öncelikle belirtelim ki barış, savaşan taraflar arasında yapılır. Diğer bütün özneler bu iki ucun barışı sağlama sürecine katkı sunan, onu meşrulaştıran ve toplumdaki genel kabulü sağlayan önemli aktörleridir. Sürecin bu ayağı olmadan, sağlandığı sanılan barış aslında çatışma potansiyellerini barındıran geçici bir uzlaşı olmaktan öteye gidemez.
Bu durumda barış, Kürt sorununun bir tarafı olan PKK ile devlet (devletin yürütme gücü iktidar) arasında yapılır. Bu nedenle Erdoğan iktidarı ile barış olmaz demenin bir anlamı yoktur.
İktidar karşıtlığı üzerinden hareketle daha baştan barış sürecini berhava eden bu görüşün, o zaman kiminle olur sorusunu cevaplaması gerekir. Ancak bu görüşün savunucularının bu soruya verdikleri bir cevabı yoktur.
Burada asıl sorun, barış ile demokratikleşme arasındaki bağlantıdır. Bunun önemine binaen DEM, bu süreci “Barış ve Demokratik Toplum Süreci” olarak nitelendirmektedir.
Bu sürecin barış ve demokrasi bağlamında ilerleyebilmesi, adımların karşılılık esasına göre atılmasını gerektirir.
'Terörsüz Türkiye' nitelemesi, barış ve demokrasi ilişkisini örten veya koparan bir anlam taşımaktadır. İktidar tarafından bu nitelemenin seçmen tabanına yönelik siyasi bir söylem olduğunu da varsayabiliriz. Ancak sürecin nasıl ilerlediği, bu nitelemenin gerçek işlevini bize gösterecektir.
'Barışsız demokrasi, demokrasisiz barış olmaz' hususunu bir ikilem olarak ele almak, sürecin tıkanmasını önceleyebilir. Toplumsal dönüşümler birdenbire olmaz. Bu her iki olguyu yavaş da olsa koordineli olarak bir arada inşa edebilmek mümkündür.
Kürt sorunun çözümü ve barışın inşası belli bir demokratikleşmeyi gerekli kılmaktadır.
Bunun cevabı çok açık; Erdoğan iktidarı ve Bahçeli, toplumda yeterli bir güven teşkil etmiyor.
Erdoğan iktidarının bagajı o kadar dolu ki, hala aynı ayrıştırıcı ve kindar politikalarına devam ediyor. Bir taraftan Terörsüz Türkiye diyerek bir çözüm sericinden söz edeceksiniz, bir taraftan da başta CHP olmak üzere muhaliflerin üzerine alabildiğine yükleneceksiniz.
CHP’li belediye başkanlarının ve yüzlerce görevlisinin tutuklandığı bir ortamda CHP lideri Özgür Özel’in iktidara, hangi barıştan söz ediyorsunuz demesi yanlış mı?
Demokrasinin neredeyse kırıntılarını bile tırpanlayan Erdoğan iktidarında, barış ve demokrasi ilintisi nasıl kurulabilir?
AİHM’e rağmen Demirtaş, Figen Yüksekdağ, Osman Kavala içerde tutuluyor. Daha binlerce tutuklu ve hükümlünün içerde tutulduğu, DEM’li ve CHP’li belediyelere kayyım atandığı bir ortamda demokrasisiz bir barışın inşası mümkün mü?
Toplumun çoğunluğu bunu mümkün görmediği için umutsuz ve iyimser değil.
Fakat yine de bunlar aşılamaz değil. Barışın getireceği olumlu havayla yavaş yavaş bazı olumlu dönüşümler sağlanarak toplumda bir umut ve iyimserlik havası yaratılabilir.
Bunun sağlanabilmesi ise, sürecin yalnızca meclis bünyesinde ele alınmasıyla değil, aynı zamanda sivil toplum kuruluşlarının sürece şu veya bu ölçüde katılımlarına ve şeffaf olarak yürütülmesine bağlıdır.
Bütün bu kaygılara, güvensizliklere rağmen önümüzde adı ne olursa olsun çözülmesi gereken bir sorun var.
İktidar cenahı, adına ne denirse denilsin bir süreçten söz ediyor mu?
O halde bu sürece katılmak gerekir.
İktidar bu süreçten Erdoğan’ın yeniden seçilmesinden yeni anayasa yapımına varıncaya kadar kendine siyasi ikballer devşirme niyetinde olabilir mi? Elbette olabilir. Buna rağmen yine de bu sürece katılmak gerekir.
Hegemonik gücü iyice tükenen iktidarın bu faydacı ve pragmatist davranışlarının kendilerine bir fayda getirmeyeceği ve barış süreciyle biraz hava aldıkları bu kanalı kendi elleriyle tıkayacakları açıktır. Böyle diyorum ama, Osmanlı’da oyun çoktur sözünü de unutmamak gerekir.
Sürecin karşısında olan ulusalcılar vb. kesimler, sürece katılmayı AKP-MHP düzenine bir destek olarak gördüklerinden, CHP’yi bundan vazgeçirmeye çalışıyorlar.
Burada CHP’ye büyük görevler düşüyor.
CHP komisyona girerek burada neler olduğunu doğrudan görebilir ve sürecin demokratikleşmeyle birlikte ilerlemesine katkılar sunabilir.
Ortada belirsizlikler ve şüpheler taşıyan bir barış süreci var. Bundan kaçmak yerine üstüne üstüne gitmek gerekir.
Bu vesileyle “Cumartesi Anneleri”nden Emine Ocak’ın ve Barış Sürecine değerli katkılar sunan Sırrı Süreyya Önderin anılarına saygıyla…
(HŞ/HA)
Dersimli sanatçı Delil Xıdır, yeni müzik çalışmasında dinleyicileri Ermenice bir kadın adı olan “Nırvart” ile buluşturuyor. Aynı adı taşıyan parça, bizi Delil Xıdır’ın babası Musaê Millê’nin gençlik yıllarına götürüyor ve onun on beş yaşında iken on altı yaşındaki Ermeni kızı Nırvart arasında filizlenen duygusal yakınlaşmayı anlatıyor.
Ancak Nırvart ile Musaê Millê’nin dayısının iki kızı, 1938 Katliamı sırasında (ya da hemen öncesinde) kurşunlanarak öldürülüyor; böylece kişisel öykü trajik bir boyut kazanıyor.
Babasının bu anlatısı, Delil Xıdır’ın belleğinde yer etmiş; yaklaşık 90 sene sonra söz ve müziğe dönüşerek “Nırvart” adlı çalışmanın temelini oluşturmuştur. Söz ve müziği Delil Xıdır’a ait eser, üç sanatçının ortak seslendirmesiyle kaydedilmiştir: Delil Xıdır’a, uzun süredir birlikte çalıştığı Sürgündeki müzisyen Hasan Sağlam ile sanatçı Gulê Mayera eşlik etmektedir. Aranjör koltuğunda Ahmet Özgül otururken, klibin yönetmenliğini Hasan Sağlam üstlenmiştir.
“Nırvart” şarkısı bizi hem Dersim’e hem de trajedi kavramının daha iyi anlaşılmasına götürüyor. Dersimli ozanların bir trajediyi melodiye dökme geleneği, tarihsel, felsefi ve sanatsal birçok boyutu beraberinde getiriyor. Bu klam, kavuşamayan bir aşkın ve o dönemin toplumsal koşullarının ağıdıdır. Ozanlık kavramının tarihsel dönüşümünü ve trajedi‑ağıt ilişkisini inceleyerek, Dersim tarihi içinde bu aşk hikâyesini anlamaya çalışacağız.
Homeros’u yalnızca bir destan anlatıcısı şair olarak görmek, Platon sonrası dönem ile tek tanrılı dinlerin doğuşunun şekillendirdiği bir yaklaşımdır. Homeros, modern anlamda bir ozan değil; din kuramcısı bir ozandır ve anlatıları aynı zamanda bir dinin içeriğini oluşturur. Onun çağı, henüz şiir, edebiyat ve hakikatin birbirinden ayrılmadığı, bir daha geri gelmeyecek özgün bir dönemdir. Platon’un, ozanların tanrılar hakkında “yalan söylediklerini” ileri sürerek onları ideal devletinden kovmak istemesi bu dönüşümün yalnızca bir adımıdır. Yüzeyde salt siyasal bir müdahale gibi görülebilecek bu tutum, belki farklı koşullarda başka biçimde yorumlanabilir ya da göz ardı edilebilirdi; ancak Platon’un felsefî hamlesi, çok daha köklü bir değişimi beraberinde getirdi.
Platon, tanrıyı ve yaratılışını rasyonel bir düzene bağlayarak anlaşılabilir bir dünya tasarımı geliştirdi; ozanların değişken tanrı‑evren kavramlarının yerine, Tanrı kurallı bir kozmik düzen kurar. Timaios diyalogunda tasarladığı “Demiurgos” (ilahi zanaatkâr) kavramı, duyusal dünyadaki karmaşayı idealar örneğine bakarak düzenli bir kozmos hâline getirir. Bu dönüşümden önce Homeros, hem şair hem de din kurucusuydu; tanrılar hakkında söz almak isteyen herkes Homeros’a başvurmak zorundaydı. Sonraki çağların bir başka dâhisi Shakespeare ise yalnızca büyük bir şair olarak kaldı—artık yeni bir dinin kurucusu ve referans noktası değil.
Tek bir ozanın konumu değişmemiştir; ancak kozmik düzen ve bu düzen içindeki olayların nedenleri değişmiştir. Düzen kavramının evrimini görmek için atomculara bakabiliriz. Demokritos’a göre atomlar boşlukta düz bir çizgide, değişmez bir zorunluluk altında hareket eder; bu sistem mutlak bir nedensellik anlayışına dayanır: her şey bu mekanik zorunluluğun içindedir ve rastlantıya yer yoktur. Epikuros ise bu anlayışı kırar. Ona göre atomlar bazen, nedensel zorunluluğun dışında, küçük sapmalar yapabilir; bu sapma, doğada özgürlük ve rastlantının kaynağıdır. Doktorasını bu iki filozof üzerine yazan Marx için bu sapma, yalnızca fiziksel bir açıklama değil, aynı zamanda insan özgürlüğünün felsefî temelidir.
Demokritos tanrılar hakkında pek konuşmaz, doğayı tamamen mekanik süreçlerle açıklar. Epikuros tanrıların varlığını kabul eder, fakat onların doğaya ya da insan yaşamına müdahale etmediğini savunur. Aristoteles’in tanrısı ise “ilk hareket ettirici”dir; düzene ve yaşama karışmaz. Ancak Aristoteles’in tasarladığı evren, nedenselliğe dayandığı için zaman içinde düzensizlikten düzene yönelen bir süreçtir. Antik Yunancada “kâinat” anlamına gelen kosmos, köken olarak “iyi düzenlenmiş” demektir. Homeros da savaş sahnelerinde ordu için “kosmos haline getirmek” — yani hat nizamına sokmak — ifadesini kullanır. Kısacası kósmos, belirli bir düzen kurulunca var olur.
Platon ile Aristoteles’in oluşturduğu “totalite” içerik bakımından doruğa ulaştıktan sonra, Helenistik dönemde içeriğin yerini farklı bilinç tutumlarının—yani “öznel form”un—öne çıktığı Epikür‑Stoa‑Septisizm evresi alır. Marx bu geçişi ele alırken tezinde şöyle sorar:
“Platon ve Aristoteles’ten sonra gelen yeni sistemler neden bu iki zengin........© Bianet
