Darwin'in tehlikeli kuramı
Charles Darwin'in (1809-1882) doğal seçilime dayalı evrim kuramı, bilim insanları tarafından tartışma götürmez bir şekilde doğru kabul edilirken, yaratılış fikrine inanan çevreler tarafından hararetle reddedilmektedir. Son yıllarda bilimin bize sunduğu teknik imkânlar, DNA araştırmaları ve genetik biliminin hayli ilerlemiş olması nedeniyle, elde edilen bilgilerle, teori, bilim insanları tarafından kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde doğru kabul edilmektedir.
1543 yılında, Polonyalı, katolik piskopos danışmanı, matematik, astronomi dalında bilim insanı olan Nikolas Kopernik (1473-1543) dünyanın, evrenin merkezi olmadığını, güneşin dünyanın çevresinde değil, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü ileri sürdü. Başlangıçta bu iddia, çok tepki çekse de, bir asırdan fazla bir sürede kabul edildi.
Alman keşiş, teolog Protestanlığın babası Martin Luther'in (1483-1546) arkadaşı ve din reformcusu Philipp Melanchthon (1497-1560) "Bir hristiyan prens bu deli adamı durdurmalı" diyerek dünyanın güneş etrafında döndüğü fikrine, karşı çıkmıştır. Başlangıçta, bazı dini çevrelerce yaylım ateşine tutulsa da, Kopernik'in iddiası zamanla kabul edildi.
Dünyanın, güneş etrafında dönüyor olduğu düşüncesi, bir müddet sonra hazmedildi ve hatta Mısır'ın da etkisi ile güneş sembolizmi, ortaçağ karanlığına tepki olarak, rağbet görmeye başladı. İtalyan fizikçi, matematikçi, filozof, astronom Galilei de (1564-1642) güneş merkezciliği savunmuş engizisyon tarafından yargılanmıştır. 1632 yılında "İki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Dialog" adlı kitabı yayınlanmış ve Katolik Kilisenin tepkisi ile karşılaşmıştır. Kopernik ve Galilei'nin fikirlerine çok büyük direnç olsa da gezegenin, evrenin ve yaratılışın merkezi olmadığı düşüncesinin, insanlar tarafından kabul edilmesi zor olmamıştır.
Bugün, Darwin'in kuramı için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Darwin'in ölümünün üzerinden bir asırdan fazla bir süre geçmiş olmasına rağmen, teori bütün çevreler tarafından kabul görmüş değildir. Darwin'in teorisi, yaratılışçılar tarafından şiddetle reddedilmektedir. Bilimsel kanıtları olmasına rağmen Darwin'in kuramına neden bu kadar çok reddiyeler dizilmektedir?
Amerikalı filozof ve bilişsel bilimci Daniel C. Dennett'in (1942-2024) Darwin'in Tehlikeli Fikri, Evrim ve Hayatın Anlamı adlı, bu yazıya da esin kaynağı olmuş eserinde geçen, "Derken bir gün Darwin çıkageldi ve tadımızı, tuzumuzu kaçırdı" ifadesi konu hakkında bize çok şey söylüyor. Yüce bir güç tarafından anlam yüklü bir hayat yaşamak üzere yaratılmış olduğumuz düşüncesi, biz insanlara güven veriyor ve nihilizme kapılmaktan koruyor. İnsan, imtiyazlı bir varlık olarak yaşamını sürdürme ayrıcalığından vazgeçmek istemiyor. Kendisini dünyanın ve varlığın merkezinde konumlandıran insan için, hayvanlarla ortak bir atadan evrimleşerek, bugüne geldiğini kabul etmek, gerçekten de çok zor. İnsan, Tanrı suretinde yaratılmış, Tanrı'nın bir tezahürü olduğu inancından vazgeçip, neden önemsiz bir hayvan konumuna indirgenmeyi kabul etsin ki? Yegane akıl ve idrak sahibi bir varlık olarak insanın, Tanrının göz bebeği, Tanrı suretinde yaratılmış bir varlık olmanın getirdiği imtiyazlı durumdan vazgeçmek istemiyor oluşu, son derece doğal ve anlaşılır bir şey.
Evrim teorisine şiddetle karşı çıkan yaratılışçıların, kendileri açısından haklı oldukları nokta, kendi kutsallarına dair temel inançların, zarar görüyor olması. İnsanların hayatları boyunca sahip oldukları değerler, bağlı oldukları inançlar, mevcudiyetlerini ayakta tutan temel görüşlerinin tahrip olması, o kadar da kolay bir şey değildir. İnsanın üzerine bastığı zeminin ayaklarının altından kayıp gitmesi de denilebilir bu duruma. Ayrıca, acımasız doğanın bir parçası olarak, diğer canlılardan hiç te farklı olmayan, sıradan bir canlıya dönüşme fikri, insanın ayrıcalıklı dünyasını başına yıkabilir. Her şeyi gözeten, koruyup kollayan bir tanrı fikrinden vazgeçip, insanların kendilerini, olasılıkların, raslantısallığın hâkim olduğu, insanı tıpkı bir yaprak gibi, oradan oraya savurabilecek bir hayat, bir yaşam görüşünü kabul etmek, hakikaten de çok zor. İçinde doğa karşısında kazanılmış imtiyazların kaybedilmesi riski de mevcut iken, Darwin'in tehlikeli kuramına tutunmak, insanlar için hiç te kolay olmayabilir.
Değerler ve inançlar, insan için anlam yüklü bir dünya yaratmak suretiyle, insanı ayakta tutuyor. Fakat anlam arayışı kadar, insan varlığı için önemli olan bir diğer şey de hakikat arayışı. Kendisini kandırma konusunda çok başarılı olan insan, hakikati bilmeye de şiddetle arzu duyuyor. Ayrıca sadece insanlar olarak bizim değerlerimiz, taleplerimiz, inançlarımız değil, dünyanın da bir gezegen olarak evrimi, kaderi var ve hakikatin ortaya çıkması için yaşamı ve bizleri zorlayabilir. Gerçeklerin açığa çıkmaya dönük yoğun eğilimi, insanın Tanrı suretinde yaratıldığı düşüncesine galip gelebilir.
Bilimsel çalışmaların çok ilerlediği bir dönemde zamanın tini de diyebileceğimiz zeitgeist, hakikatin ortaya çıkmasını talep eden bir durumda gibi görünüyor. Her ne kadar değerler sistemimizi, inançlarımızı sarsıyor olsa da gerçekle yüzleşmek te insan evladının en temel gereksinimlerinden biri. Güç yetirebildiği ölçüde hakikatin peşinden gidecektir. Darwin'in tehlikeli, inançlarımızı, değerlerimizi zedeleyen fikri, zaman çarkı ileriye doğru döndükçe daha kalabalık kitleler tarafından kabul edilecektir.
Evrim teorisi ile barışık gruplar içerisinde Tanrı fikrini kabul edenler olduğu gibi, varlığını tamamen laik bir felsefe üzerine oturtmuş ateistler de mevcut. Evrim teorisinin kabul edildiği bir durumda bile insanın yaşamı anlamlı kılma ve insani değerler yaratma eğilimi her daim varlığını sürdürüyor. Bir Yaratıcı Tanrı fikrini kabul eden ve Tanrıya ilişkin görüşleri evrim teorisi ile uyumlu insanlar için Tanrı, antropomorfik (insan biçimci) bir varlık değildir. İnsani özelliklerin çok ötesinde, tapınılmaya değer üstün bir varlıktır.
Üstün bir tanrısal varlığa inanmaksızın, dini inanç içermeyen felsefelere, yaşam karşısındaki çaresizliğini alt etmesini sağlayan görüşlere dayanan insanların da, kutsal saydığı şeyler var. Yaşam, sevgi, erdem, zekâ, güzellik, iyilik gibi kavramları esas alarak, yaşamı anlamlı ve değerli bir hale getirebiliyorlar. Her devirde olduğu gibi yeni fikirlerin, yeni keşifler ve icatların kabulüne dönük, toplumun bazı kesimlerinde bir direnç oluşuyor. Bu direnç, esasen değişime karşı bir direnç. Zaman, her şeyin üstesinden geldiği gibi, değişime karşı geliştirdiğimiz direnci de, karşı konulmaz bir güçle kırıyor.
Darwin "Türlerin Kökeni" adlı eserini yayınlandıktan bir kaç ay sonra 1860 yılında Oxford'daki Doğal Tarih Müzesi'nde geçen bir hadise, karşıt görüşlü taraftarlarınca farklı yorumlarla aktarılmıştır. Yağcı Sam lakaplı, Piskopos Samuel Wilberforce (1805-1873) ile evrim kuramının en önemli savunucularından Thomas Henry Huxley (1825-1895) arasında geçen bir hadise, karşıt görüşlü iki grup arasındaki fikir ayrılığının ne kadar büyük olduğunu göstermesi bakımından önemli bir olaydır. Piskopos Wilberforce büyük bir retorik hata yaparak Huxley'e "büyükannesi tarafından mı yoksa büyükbabası tarafından mı maymun soyundan geldiğini" sormuştur. Salonda tansiyon yükselir, bir kadın bayılır.
Darwin'in taraftarları Darwin'in kuramının bu şekilde yanlış anlaşılmasından dolayı öfkelenirler. En iyi bilinen versiyona göre Huxley, şu şekilde yanıt verir: "Maymun soyundan gelen atalarım olduğu için değil, elindeki zenginlikleri, gerçeği karartmak için kullanan bir insanla akraba olduğum için utanıyorum." O tarihten beri insanların bir kısmı, kuyruksuz maymunlarla atasal bir ilişki içinde olma fikrine karşı alıngan bir tavır sergilenmektedir. Maymunlarla akraba olma düşüncesi bazı çevrelerce çok sert bir şekilde reddedilmektedir.
Konu hakkında alınganlık gösteren bazı yaratılışçıların bakış açısı ile konuyu değerlendirirsek, insanları gerçekten de diğer canlılardan ayıran çok önemli özellikler var. Darwin'in teorisini kabul eden çevrelerde de insanı diğer canlılardan ayıran fizyolojik ve zihinsel özellikler olduğu düşüncesi kabul görür. Esasen Homo Sapiens'in diğer türlere benzemiyor oluşu fikrine tutunmak, son derece doğal çünkü, insan gerçekten de diğer türlerde görülmeyen özellikler sergiliyor. Hayranlık uyandıran sanat eserleri üretmesini, çok zor ve tehlikeli sporlar icra etmesini sağlayan, diğer canlılardan son derece farklı fiziksel özellikleri, zekası, dil yeteneği, sosyal becerileri ve anlam yaratma konusundaki yeteneği ile gerçekten de diğer canlılara benzemiyor.
Ürettiği kültür, değer, inanç, toplumsal normlar ve ahlak anlayışı ile de diğer canlılardan son derece farklı ve bu sayede de bütün dünyayı domine edebiliyor. Özellikle Neolitik Tarım Devrimi sonrası yerleşik hayata geçmesi ile beraber hızla geliştirdiği kültür, insanı, doğanın önemsiz bir parçası olan canlı konumundan, ayrıcalıklı bir şekilde doğanın karşısında, besin zincirinin tepesinde, kendisini Yaratıcının suretinde bir varlık olarak algıladığı, her şeyin merkezinde bir noktada konumlandırıyor.
İnsan evladının yeryüzündeki yaşam serüveninde biyolojik evrim gibi, kültürel evrimin de çok önemli bir yeri var. İngiliz evrimsel biyolog, etolog ve yazar Richard Dawkins (1941) tarafından gen kelimesine benzerliği nedeniyle "mem" kelimesi kültürel evrim iletim birimi anlamında kullanılır. Yunanca "çoğalmış, türemiş olan şey" anlamına gelen mimeme kelimesinin kısaltılmış şeklidir.Fransızca "kendisi" anlamına gelen "elle-meme" kelimesinin kökü "meme" ile de konuyu ilişkilendirir. "Memetik" bilimi Dawkins tarafından ortaya atılan fikirle, yeni bir çalışma sahasıdır. Düşünceler, fikirler, sloganlar, inançlar, siyasi görüşler, mem örnekleridir. Tıpkı biyolojik içeriğin DNA tarafından aktarılması gibi kültürel ve sosyal içeriklerin bir sonraki nesle aktarılması memler sayesinde gerçekleşmektedir. Memler genetik olarak aktarılmayıp, soyut bir niteliktedir. Aktarım için kimyasal bir ortama ihtiyaç duymazlar. Bir çeşit sosyal gen de diyebileceğimiz memlerden, ilk defa bahseden Richard Dawkins değildir. Fakat bir bilim dalı olarak çalışılmasını gündeme getiren "Gen Bencildir" kitabın da yazarı olan Richard Dawkins'tir.
Henüz ülkemizde bir bilim dalı olarak çalışılmayan bu konu hakkında araştırmalar yapılmaktadır. Çok yeni bir araştırma konusu olan kültürel evrim, geleceğin önemli çalışma sahalarından biri olacaktır. Belirli bir topluma ait düşünce, inanç ve siyasi görüş zaman içinde evrim geçirerek yeni nesle aktarılır. Yeryüzünde, birbirinden çok farklı, inanç, siyasi görüş gibi kültürel öğeler, sosyal genlerdir. Fikirler, ebeveynden çocuğa, insandan insana aktarılır. Memlerin biyolojik evrimimiz üzerindeki etkilerini, henüz tam olarak ölçemiyoruz. Fakat bilim ilerledikçe sosyal davranışların, biyokimyasal etkileri konusunda daha çok şey biliyor olacağız.
Kültürel genler olan, memler, evrimsel biyoloji açısından bizi diğer canlılardan ayırır. Diğer türlerde de kültürel bazı aktarımlar olsa da insan evladı, kültürü yaratma ve nesiller boyunca evrimleştirerek aktarma konusunda özel yeteneği olan bir canlı türü. Bilim, felsefe, teknoloji gibi alanlarda bu kadar başarılı olmasını sağlayan özelliği de bu zaten. İnsan evladı, evrim teorisini kabul etme konusunda tereddüte düşer. Çünkü başka hiçbir canlıda gözlemlemediğimiz bir zekâ seviyesine sahiptir. Üstün zekâsı, insanı gururlandırır ve bu sayede doğayı kısmen de olsa kontrol altına almayı başarır. Beyinlerimizde bulunan ve son altı milyon yılda evrimleşen özelliklerimiz diğer canlıların beyinlerinde bulunmaz. Diğer canlıların beyinlerinde bulunmayan bu özellikler sayesinde, kültürel aktarımlarla da beslenen tasarım zenginliği, paylaşılır. Bu şekilde muazzam bir bilgi ve güç birikimi olur. Dil yeteneği bu süreçte en önemli rolü oynar.
Önümüzdeki süreçte hayatta kalmamızı garanti etmeyen zekânın, en çok insanda olduğu kesindir. En zeki tür olarak, tek dil yetisine sahip canlı türü........
© Bianet
