menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Köyün hikâyesi: Tarlada ter, evde antidepresan

15 0
01.11.2025

“Burjuvalar depresyona girer; biz sabah kalkıp işe gideriz” diye yıllarca düşündük, söyledik. Oysa öyle değilmiş. Adana Çukurova’da, her hanesinde en az bir teşhisli majör depresyon hastası bulunan bir köy var: Çetirevli.

Köyde domatesler, biberler ve diğer ürünler pestisitlerle ayakta dururken, köyün yarısı da antidepresanlara epey aşina.
Aybüke Avcı, ilk uzun metrajlı belgeseli “Domates, Biber, Depresyon”da biber hasadına denk gelen bir yaz mevsiminde çocukluğunun izini sürüyor, kamerasını depresyon hastası dayısı Mehmet, eşi Naziye ve yine depresyon hastası olan büyük dayısı Yakup’a çeviriyor.

Avcı, depresyonla pestisitli tarım arasındaki paralellikleri esprili ama sarsıcı bir dille birleştiriyor. Bozcaada Ekolojik Filmleri Fesivali'nde (BIFED) gösterilen filmi Avcı'dan dinliyoruz.

Bu filmi yapma fikri sizde nasıl doğdu?

Üniversiteden yeni mezun olduğum dönemde, annemi kaybettiğim zamana denk geldi. Çevremde birçok arkadaşım depresyonla tanışıyor, ilaç tedavisi başlıyordu. Şehirde herkes “köye taşınsak, domates biber eksak” diyordu. Ben köydeki akrabalarımın da depresyonda olduğunu söyleyince şaşırıyorlardı.

Depresyonun yalnızca “şehirli/burjuva” bir mesele gibi algılandığını fark ettim. Bir yandan da annemle bağ kurduğum köye onsuz dönmek, kişisel bir yüzleşmeydi. Bu iki motivasyon birleşince film ortaya çıktı.

Köyde yaşayanları filme nasıl ikna ettiniz?

Açıkçası zor olmadı. Ne yapmak istediğimi anlattım; çok açık yüreklilikle kabul ettiler ve kamera karşısında çok doğaldılar.

Film senaryosuz, doğal akışında ilerliyor gibi. Çekim yaklaşımınız nasıldı?

Önce uzun süre orada vakit geçirdim. Neyi çekeceğimi bilmek için bir “izlek” yazdım ama filmde hiçbir şeyi yeniden canlandırmadım. Hasat döngüsü her yaz benzer biçimde aktığı için gözleme dayalı ilerledim.

Karakterler arası çatışmalar güçlü. Bu dramatik yapıyı özellikle mi kurdunuz?

Evet. Başta sekiz kişiyle görüşmüştüm; sonra üç karaktere odaklandım. İki kardeş (dayılarım) ile yengemin arasındaki çatışmalar, hem ilişkilerdeki yalnızlığı hem farklı yaşam biçimlerini görünür kıldı. Bu da “kurmaca hissi” yaratan dramatik yapıyı güçlendirdi.

İlk belgesel tecrübesi sizi nasıl etkiledi?

Kameranın arkasında olmak çok büyülüydü. Hem hikâyenin duygusal olarak içindeydim hem de gözlemciydim. “Yazsan olmaz” denilen kendiliğinden anlar yaşandı. Nereye baktığınızı biliyorsanız derinlik hayatın içinde zaten var.

Film sizin için bir tür “yası paylaşma” süreci oldu mu?

Evet. Annem köyünü çok severdi; çocukken anlaması zordu ama büyüyünce insan oraya dönmek istiyor. Film, onunla yeniden bağ kurma çabasıydı. Aile üyeleri beni bir emanet gibi gördüler; çok açık oldular. Dayımla hayatlarımız farklı ama aramızda beklemediğim benzerlikler buldum.

Finalde kamera önüne de geçiyorsunuz. Başından planlanmış mıydı?

Sahneyi çekmiştim ama ilk kurguda yoktu. Sonra kendi varlığımın eksik kaldığını hissettim. Onları bu kadar açıyorsam ben de açılmalıydım; eşitlik duygusu için son anda ekledim.

Filmi şu an nerelerde izleyebiliriz?

Festival yolculuğunun ardından bazı belediyelere yazdık; çok dönüş alamadık. Çalıköy Köy Filmleri Festivali’nde açık havada gösterdik; köyde izlenmesi çok güzeldi. 26 Ekim’de MUBI’ye gelecek.

Aileniz filmi izledi mi? Tepkileri nasıldı?

Evet, dayım ve yengemle birlikte izledik. Yengem “Kadınların yaşadığı sıkıntıları göstermişsin” diyerek çok sevdi. Dayım biraz rahatsız oldu ama keyifle izledi. Hatta epey güldüler; “Komedi filmi gibi olmuş” dediler.

Sıradaki projeleriniz neler?

Düzenli çalıştığım için yavaş ilerlesem de yine hibrit (belgesel–kurmaca) bir proje yapmak istiyorum. Belgeselin besleyiciliğini çok seviyorum. Umuyorum beş yıl içinde yeni filmimi çekebilirim.

Bu filmi hayat çizginizde nereye koyuyorsunuz?

Benim için tamamlayıcı bir yerde. Annemi kaybettikten sonraki boşlukta bu filme tutundum. Bir filmi bitirmek zor; neredeyse takıntıya dönüşüyor ama “bir şeyleri tamamlayabiliyorum” duygusunu verdi. Hayatımda çok önemli bir yeri var.

Filmin depresyon teması hakkında ne söylersiniz?

Depresyon sadece “şehirli bir lüks” değil; köyde de var. Kadınlar bunu farklı şekillerde yaşıyor. Yengem teşhisli değil ama dayımın yüklerini taşımaktan depresyonda. Kadınlarda sık görülen “aşırı işlevsel depresyon” — hayat sürüyor ama içten içe çöküş var. Erkekler kendini bırakmaya daha yatkın olabiliyor; yük kadınlar için genelde daha ağır.

Müzikleri nasıl seçtiniz?

Çoğunu karakterler kendileri seçti/söyledi. “Mamuda Kurban” şarkısını finalde özellikle istedim; temayla çok uydu. Voice-over bölümlerinde Mine Pakel’le çalıştık. Filmin genelinde müziği sınırlı tuttum; gerçekliğin ritmi yeterli geldi.

Bu filmi henüz izlememiş okurlara son olarak ne söylemek istersiniz?

Depresyon yalnızca şehirde yaşanan bir şey değil. Köyde de aynı duygular var; biçimleri farklı. Kadınların yükü daha fazla ama kendi yollarıyla mücadele ediyorlar. Film, bu sessiz ama derin dayanışmayı görünür kılmak için var.

(EMK)

Çevrenizde bir kadın belki bir avukat, bir gazeteci veya işsiz, size geldi ve bir “Bir erkek bana tecavüz etti” dedi.

Ne yaparsınız?

Ona inanır mısınız? Destek mi olursunuz? Sessiz kalıp ondan da bunu yapmasını mı istersiniz?

Peki sizin başınıza gelse…

Tıpkı avukat Tessa’nın başına geldiği gibi. Tessa, Suzie Miller’ın ödüllü oyunu Prima Facie’nin başkarakteri. Hatta, tek karakteri.

Ona sahnede Olcay Yusufoğlu hayat veriyor. Dört sezondur seyirci ile buluşuyor oyun.

Şimdilerde ise yani 7 Ekim’de Van ve 9 Ekim’de Diyarbakır yolcusu. Çünkü, Uluslararası Af Örgütü, cinsel şiddetle mücadelede “onay kültürü”nün oluşturulması için yürüttüğü çalışmaları sanatın katkısıyla genişletiyor.

Eksi On Altı Kolektif’in sahnelediği Prima Facie, Oyun, izleyicileri “erkek” yasalar ve adalet sistemi üzerine yeniden düşünmeye çağırıyor.

Olcay Yusufoğlu oyunu bianet için anlattı.

Uluslararası Af Örgütü ile siz nasıl bir araya geldiniz?

Eşim aynı zamanda ortağım ve bu oyunun doğru yerlere ulaşması için çok çabaladı. Onun emeği çok büyük. Ayrıca oyun bir avukat hikâyesi olduğu için çok sayıda avukatla iletişimimiz oldu. Hatta birçok avukat izledi. Bunlardan biri de Ezel Buse oldu. Kendisi çok değerli bir avukat. Oyunu izledikten sonra yazılar yazdı, çok sevdiğini söyledi. Ben de çok mutlu oldum çünkü her zaman geri dönüş alamıyorsunuz. Hele ki meslekten birinden alınca çok kıymetli oluyor.

Bir gün bana yazdı: “Af Örgütü’nün onay kavramıyla ilgili bir çalışması var, bu oyun oraya ses olabilir” dedi. Bir köprü kurdu bizim için. Böylece Af Örgütü ile yolumuz kesişti.

Tessa karakteri de bir avukat. Onu canlandırırken zorlandığınız oldu mu?
Tabii ki oldu. Avukatlık mesleğinin dışarıdan göründüğü gibi olmadığını, derinleştikçe fark ettim. Çok fazla avukatla tanıştım, çok sayıda dava dinledim. Hukukun işleyişi ve işlemediği noktaları bizzat uzmanlardan öğrenme şansım oldu.

Bu meslek insanların hayatlarını doğrudan etkileyen bir alan. Birinin hayatının yönünü değiştiren kararlar veriliyor. O yüzden çok hassas. Ben de bir oyuncu olarak hem vicdanımla hem mesafe koyma zorunluluğumla çeliştim. Kendi hayat görüşüm işin içine giriyor, vicdanım devreye giriyor, ama oyuncu olarak o mesafeyi korumam gerekiyor. Bu çelişki zaman zaman zorlaştırdı işi.

Tek kişilik oyun oynamak çok zor görünüyor. Siz neler hissediyorsunuz?
Çok zor. 2022 Ocak’ta premier yaptık. İlk gün sahneye çıktığım anı hiç unutamıyorum. Ağzım........

© Bianet