James Cameron’ın sanatı İstanbul’da: Hayal gücünüz bir gerçeklik yaratabilir
İstiklâl Caddesi üzerinde, Atlas Sineması binasında yer alan İstanbul Sinema Müzesi 2021 yılında kapılarını açtı.
Bina, 1870 yılında dönemin iş insanı Agop Köçeyan tarafından kışlık saray formunda inşa edildi. Uzun yıllar boyunca çeşitli amaçlarla kullanılan bina, 1948 yılında Atlas Sineması hâline geldi ve nihayetinde restorasyonu tamamlanarak Sinema Müzesi ile birlikte halka açıldı.
Üç kattan oluşan müzede, Türkiye sineması ve özellikle Yeşilçam’a dair heykeller, afişler, döneme ait teknik eşyalar, üç boyutlu sinema ünitesi ve interaktif oyun uygulamaları bulunuyor. Ziyaretçilere, “Dijital Hafıza Havuzu” yöntemiyle kapsamlı bir arşiv deneyimi sunuluyor.
Mimari yapısıyla olduğu kadar tarihiyle de dikkat çeken müze, şimdilerde “James Cameron’ın Sanatı” sergisine ev sahipliği yapıyor.
Sinema, sanat ve teknolojiyi bir araya getiren müze, sergiyi keşfetmek için ideal bir mekân sunuyor.
James Cameron, özellikle Titanic, Terminatör, Avatar ve Aliens gibi hafızalara kazınan filmlerin yönetmeni olarak tanınıyor. Farklı sinema ödüllerinde 82 galibiyet ve 97 adaylığı bulunan ünlü yönetmen, Akademi Ödülleri’nde En İyi Film, Kurgu ve Yönetmenlik gibi çeşitli dallarda ödüller kazandı.
Kanadalı Cameron, 1954 yılında dünyaya geldi. Kapıcılıktan kamyon şoförlüğüne kadar farklı işlerde çalışan yönetmen, kamyon şoförlüğü yaptığı dönemde bu mesleği bırakma kararı alarak beyazperdeye ilk adımlarını attı.
Çocukluğundan beri çizime olan ilgisi, Cameron’ı afiş tasarımları yapmaya yönlendirdi. Yönetmen, 1978 yılında çektiği ilk kısa filmi Xenogenesis ile kariyerine adım attı ve bu deneyim, onu Avatar gibi büyük yapımlara taşıdı.
“James Cameron’ın Sanatı” sergisinde, yaratımdan üretim sürecine kadar olan eskiz çalışmaları, modellemeler, maketler, kostümler, kullanılan teknik eşyalar ve filmlere dair objeler yer alıyor. Rehberin sözleriyle: “Burada bulunan eşyalar, filmlerde kullanılan temsili olmayan parçalar.”
Ziyaretçileri; eşsiz parçalar, hafızalarda yer etmiş karakterlerin kostümleri ve modellemeleri bekliyor.
Sergi, kitabın sayfaları gibi odalara açılan bir düzenlemeye sahip; her odada filmlere dair tematik ortamlar ve Cameron’a ait eserler ile eskizler bir arada sunuluyor. Ziyaretçiler, “yaratımdan üretim sürecine bir filmi” deneyimleme fırsatı buluyor. Sergi, kronolojik bir sıralamadan ziyade tematik bir yaklaşımla tasarlanmış.
Cameron, rehberin de belirttiği gibi, rüyasında gördüğü imgeleri kâğıda dökerek yaratım sürecine başlıyor. Çizimleri, karakter modellemeleri ve eskizleriyle film yapımının ilk aşamalarını oluşturuyor. Erken dönem çizimlerinin yer aldığı sergide, Terminatör bölümünde bizi insan-makine tasarımı karşılıyor; Cameron bu eskizi de rüyasında görerek çizmiş.
Benzer şekilde Avatar bölümünde “Ruh Ağacı” çizimi bulunuyor; bu çalışmalar rüyalardan çıkıp metaforlara dönüşerek filmlerde yerlerini alıyor ve belki de filmlerin temellerini atıyor.
Cameron’ın bilinen bir denizaltı ilgisi var. Bir dalış sırasında batıkta gördüğü kapıları resmediyor ve bu çizim, Titanic filminde “yüzen kapı” olarak yerini buluyor. Söz konusu kapı, yıllar sonra 719 bin dolara satılıyor. Sergide Titanic’e ayrılan bölümde duvarlarda bu kapı çizimini görmek mümkün; ancak ziyaretçilerin ilk ilgisini çeken “Okyanusun Kalbi” kolyesi oluyor.
Ekranda gösterilen bir sahnede ise rehber, Leonardo DiCaprio’nun canlandırdığı Jack Dawson’ı çizen elin Cameron’a ait olduğunu belirtiyor.
Avatar filminin orman ve doğa temalı evreninde, karakter modellemeleri ve filme özel modifiye edilmiş kameralar sergileniyor. Bu bölümde ziyaretçiler, perdelerin arkasında bir görsel şölen odasıyla karşılaşıyor.
Cameron, anlatıyı teknolojiyle beyazperdeye yansıtarak görselliği ön plana çıkarıyor ve izleyiciye büyüleyici bir deneyim sunuyor.
Cameron’ın çizime ve maket tasarlamaya olan ilgisi, film afişlerine ve filmlerinin yapımına yansıyor. Sergide yer alan bir afiş neredeyse tüm filmlerine dair karakter ve objeleri bir araya getiriyor. Sergi görevlisinin belirttiğine göre, Cameron filmlerine dair karakterleri ve evrenleri çok önceden tasarlıyor; bu afiş, çoğu filminin öncesinde hazırlanmış bir ön tasarım niteliği taşıyor.
Cameron’ın teknolojiyi kullanmadaki başarısı bilinse de, bazı sinemaseverler son filmlerini eleştiriyor. “Bir filmde yalnızca görsel şölen değil, alt metin de görmek istiyoruz.”
Cameron ise filmlerinde temel olarak aksiyon ve bilimkurgu çerçevesinde, insanların güncel ve yakın gelecekteki sorunlarını ele alıyor. Hollywood’un kısır döngüsü, yönetmenin üretim sürecini etkileyebilir; ancak bağımsız sinema, çoğu zaman alt metinlerle bu döngüyü kırmayı deniyor.
Sergide ziyaretçileri, James Cameron’ın masasından film setlerine uzanan büyüleyici bir evren bekliyor. Sadece objeler değil, Cameron’ın tutkuları ve yaratım süreci de gözler önüne seriliyor. 27 Eylül’de kapılarını açan sergi, 28 Şubat’a kadar görülebilecek.
Kaynakça: IMDb, Vikipedi, Biletinial, AKM İstanbul, Kültür ve Turizm Bakanlığı, bianet, Atlas Sineması.
(ET/TY)
Çağımızın vizyoner yönetmenlerinden Guillermo del Toro, 1990’lardan itibaren çoğunlukla ABD’de kurduğu sinemasında insan olmayan varlıklara merakını sıklıkla konu edindi. Onun el işçiliğine, özgür hayal gücüne ve kanona tekrar bakmaya dayalı sineması pek çok kez “canavar”a, “öteki”ye ve oraya ait olmayana şefkat göstermeye davet etti seyircisini. Ancak del Toro’nun farklı olana yönelen bakışı her zaman insan olmanın doğasıyla ilgili sahip olduğu iyicil, hümanist kavrayışla alakalıydı. Shape of Water’dan Pan’s Labyrinth’e, Guillermo del Toro's Pinocchio’dan Crimson Peak’e pek çok filminde karanlığı onu yaratan sebeplerle birlikte görürken aydınlığı insan olma çabasının özünde buldu yönetmen. Canavarlara neden canavar dediğimizi sorguladığı yollar üretti. Guillermo del Toro’nun sinema ve edebiyat tarihine olan tutkusunu da düşününce yönetmenin yeni bir Frankenstein uyarlaması çekmesi hiç de şaşırtıcı bir haber değil aslında.
Proje fikrinin ortaya çıkması 2007’ye kadar dayanan, yıllar içerisinde çeşitli dönüşümlere uğrayan Frankenstein sonunda nihayete erdi ve seyirciyle buluşmaya başladı. Venedik’te gerçekleştirilen dünya prömiyerinin ardından Oscar Isaac, Jacob Elordi ve Mia Goth gibi yıldızlardan kurulu oyuncu kadrosunun da etkisiyle ödül sezonunda adını duyacağımız filmlerden birisi olması da muhtemel. Film bilhassa Jacob Elordi’nin canavara hayat verdiği güçlü performansı, del Toro’dan beklenen yaratıcı prodüksiyon tasarımı ve son bölümdeki dokunaklı anlatısıyla ilgi de görecektir. Öte yandan Frankenstein’ın iki yüzyılı aşkın alımlanma ve yeniden üretilme tarihinde bu versiyonun nereye yerleştiği de ayrı bir merak konusu. Zira Frankenstein, yazarı Mary Shelley tarafından kaleme alındığı dönemden itibaren anlatı geleneklerine etki etmiş, gotik edebiyat denince ilk akla gelen metinlerden birisi olan, sonrasında sinemaya defalarca uyarlanmış bir eser. Guillermo del Toro’nun filmi de kaynak metinden başlayarak neredeyse tüm Frankenstein temsillerinden parçalar alarak ilerleyen, eklektik bir yapıya sahip ancak handikapları da burada başlıyor.
Mary Shelley’nin ilk olarak 19. yüzyılın başında yayımlanan romanı, Aydınlanma Çağı’nın aşkın bilim anlayışına karşı bir eleştiri getiren, bilimin kutsal ve hegemonik güce sahip olduğu bir dönemde yazılmış bir romantizm spekülasyonudur aslında. Başat hegemonik gücün, pozitif bilimin sınırlarını ve etiğini sorgulayan, modern insanın doğaya üstün gelme çabasının yakıcılığını (bizzat Prometheus referansıyla) hatırlatan bir metin. Bunu yaparken de mektuplar aracılığıyla, çok anlatıcılı bir matruşka yapısı kurup sözün iktidarını çoğullaştıran bir katman oluşturuyor. Bu tarihselliği bir yana, Mary Shelley’nin metni yalnızlık, bilimsel etik, bireyin sorumluluğu gibi temalara uğrayarak insan olmak ne demektir sorusuna cevap arayan, felsefi zemini derinlikli bir metin. Daha önemlisi, yazıldığı çağın meselelerine eğilen, üzerine oturduğu geçmişe cesur gözlerle bakan ve ilerici, kurucu, aydınlatıcı bir yapıt. Ve belki de, del Toro’nun uyarlaması özelinde en önemlisi, insan olarak var olma çabasının özüne dair bir tefekkür metni bir tarafıyla.
Bu metnin sinemadaki yansımalarının tarihi de sinemanın ilk dönemlerine, 1910’lara kadar gidiyor. Ancak Frankenstein imgesinin popüler kültüre yerleşmesi James Whale’ın 1931 tarihli ilk uyarlaması ve onu takip eden 1935 tarihli Bride of Frankenstein filmiyle oluyor. Burada Boris Karloff’un canavar yorumu yalnızca Frankenstein metni özelinde değil, genel olarak “canavar” imgesinin cisimleşmesi bakımından da öneme sahip. (Frankenstein’ın aslında yaratıcının ismi olduğu fakat zamanla canavarla özdeşleştiğini de ekleyelim.) Metin, yıllar içerisinde sinemaya malzeme olmaya devam etmiş durumda. Doğrudan ve dolaylı olarak pek çok Frankenstein filmi izledik şu ana kadar. (En taze örnek olarak Lanthimos’un Poor Things’ini analım.) Filmlerin kaynak metinle ilişkileri açısından düşünürsek ortak noktaları ise bu felsefi ve kapsayıcı metnin belli parçalarını farklı estetik unsurların malzemesi olarak kullanmaları. Frankenstein 1930’larda Alman Dışavurumculuğu’nun etkisiyle bir korku sineması unsuru olarak kullanılmış, 1994’teki Kenneth Branagh uyarlamasında ise hikâyedeki trajedi boyutunu öne çıkaran epik bir anlatının malzemesi olmuştu. Guillermo del Toro ise bir yandan kaynak metnin anlatı yapısını korumaya çalışırken bir yandan bu sinemasal mitolojiyi de kullanarak klasik trajedi formunda bir melodram oluşturmaya girişiyor.
Del Toro’nun özünde orijinal metne sadık bir temelde başlayan uyarlaması (tarih ve mekân gibi unsurları göz ardı edersek) temel müdahalesini Victor Frankenstein’ın hikâyesinin kuruluş aşamasında yapıyor. Romandakinden farklı olarak Victor Frankenstein’ı bir hayat yaratmaya motive eden ana çatışmanın keskin bir Ödipal bağlama kavuşturulduğunu görüyoruz. Victor’un ölümü alt etme ihtiyacı, çocukluğuna ait kısımlarda kendisine neredeyse âşık bir görüntü çizilen annesinin kaybıyla (bu görüntülerde annenin Elizabeth’i de canlandıran Mia Goth tarafından oynandığına dikkat çekelim), gaddar babayı aşma hırsı üzerinden kuruluyor. Filmin devamında da burada kurulan duygusal zeminin belli belirsiz bir âşık olma bağlamına açıldığını görüyoruz. Ancak bir yandan kaynak metnin akışı hikâyesel katmanda korunduğundan burada bir tutarsızlık........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Sabine Sterk
Stefano Lusa
Mort Laitner
Ellen Ginsberg Simon
Gilles Touboul
Mark Travers Ph.d