Savaş Üstüne Savaş: ABD’nin kendi kendisiyle savaşı
ABD toplumu, bir süredir hatırlamakta zorlandığı bir hisle karşı karşıya: Umutsuzluk. Yaşadığımız çağın kaotik öngörülemezliği bir yana, küresel çapta güçlenen otoriter devletler ve politikaya yön veren absürd yönetici figürlerinin en absürdü Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemi Amerikan toplumunu hem içe döndürmüş hem de bir çıkışsızlık hissine itmiş gibi görünüyor. Birkaç yıl öncesinin espri (ya da korku) malzemeleri bugünün gerçeklerine dönüşürken bu çıkmaz sokak hissinin farklı politik bağlamlara imkân tanıyıp tanımayacağı sorusu Amerikan sinemasının bazı örneklerinde karşılık bulmaya da başlamış durumda. Ari Aster’in pandemi dönemi ABD’sinden distopik bir “dünyanın sonu” endişesi devşirdiği filmi Eddington ve Jesse Armstrong'un ürkütücü derecede gerçekçi bir gelecek senaryosu ürettiği filmi Mountainhead’in ardından Paul Thomas Anderson’ın merakla beklenen yeni filmi Savaş Üstüne Savaş (One Battle After Another) da bu listeye en tepeden eklenmiş durumda.
Paul Thomas Anderson, yalnızca kuşağının en büyük yönetmenlerinden birisi değil. İlk filminden bu yana Amerikan sinemasının söz söyleme, sanatsal olarak geçerli ve özgün kalma işlevini büyük ölçüde üstlenmiş bir isim. Sinemasını da genel olarak Amerika’nın (daha spesifik olarak söylersek “Amerikan rüyası” mitinin) geçmişinden yankılanan seslerden örülü, bugüne konuşan bir eko duvarı olarak görmek mümkün. Tarihsel ve politik olarak önemli kırılmalara şahitlik eden dönemleri, günümüzde önem arz eden bağlantılar kullanarak hikâyeleştirdi Anderson. Fakat yeni filminde belki de daha önce hiç yapmadığı bir şeyi yapıyor ve bugüne, üstelik tam da kavganın ortasına iniyor. Sinemasında sıklıkla gördüğümüz biçimde farklı türlere ait unsurları ustalıkla bir araya getirirken hiç olmadığı kadar politikleşiyor. Daha önce “Inherent Vice” romanını uyarladığı, The Master için “V.” romanından faydalandığı yazar Thomas Pynchon’ın ikonik “Vineland” romanından yola çıkarak bugünün çıkışsızlığını ve ümitsizliğini ülkenin kendi kendisiyle olan kavgasının tarihine şikâyet ediyor.
Şunu özellikle belirtmek lazım: Savaş Üstüne Savaş tam manasıyla bir roman uyarlaması değil. Paul Thomas Anderson, Pynchon’ın romanını bir çıkış noktası olarak kullanırken aslında onu tersine çeviriyor. Pynchon’ın 1960’ların umut dolu karşı kültürünün 1980’lerde, yani Reagan döneminde yaşadığı yenilgi ve umutsuzluk hislerini alaycı ve absürdist bir tonda anlattığı romanından unsurları bugünü anlatmak için baştan yazıyor. Mizahın kullanımı, yenilgiler, kavgalar ve baba-kız ilişkisi gibi temaları filme taşıyor belki ama bu öğeleri bir kavga inancına, mücadele temposuna hizmet eden araçlara çeviriyor. Bugünün aslında benzerleri çok da uzakta olmayan umutsuzluk hislerini 1980’lerle hesaplaşan bir anlatıdan ödünç alırken onu 1960’ların ümitvar devrimci ruhuna bezemeye girişiyor. Filmdeki devrimci örgütün kullandığı kodlardan biri, anlatıcının sesini kurmacanın ortasına yerleştiriyor sanki: “Zaman diye bir şey yok, fakat yine de bizi kontrol ediyor.”
Paul Thomas Anderson, Savaş Üstüne Savaş’ta bugüne kadar yaptığı en doğrudan filme imza atıyor. Bunun hem biçimsel hem de içeriksel karşılıkları mevcut filmde. Başladığımız yerde, Trump Amerikası’nın kodlarının son derece baskın olduğu bir gerçekliğe kurmaca bir sol örgütü (French 75) ve onun silahlı mücadelesini yerleştiriyor. Sınırda tutsak edilmiş göçmenleri kurtardıkları bir özgürleştirme eylemini takip ederken filmin başkarakterleri Perfidia ve Pat’in tanışmasını, hızla âşık olmalarını ve bir çocuk sahibi olmalarını lafı eveleyip gevelemeden, eliptik kurgu numaralarının baskın olduğu yüksek tempolu bir anlatıyla aktarıyor. Son derece riskli, seyirciyi anlatıda tutmayı epey zorlaştıran, üstelik bunu yaparken herhangi bir uyarıcı kullanmaya bile gayret etmeyen bir aciliyet söz konusu burada. Ardından bir kesmeyle 16 yıl sonrasına, bu örgütün eylemliliğinin sekteye uğradığı, yeraltına indiği bir döneme atlıyoruz. Buradan itibaren film bir an durmayan, nabzı düşürmeyen bir aksiyon temposuyla en sona kadar ilerliyor. Filmin hikâyesinde kullandığı göçmen politikalarına, giderek otoriterleşen baskıcı rejimlere yönelik bir slogan ürettiğini söylemek mümkün değil belki ama bu biçim-içerik ortaklığındaki doğrudanlık, tarihsel anakronizmle birleştiğinde başlı başına politik bir söyleme dönüşüyor. Bunun da Paul Thomas Anderson sineması için yeni bir gelişme olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
İşin biraz daha teknik tarafına gelirsek, Paul Thomas Anderson’ın Savaş Üstüne Savaş’ta, birçok başka filminde yaptığı gibi, farklı türlerin unsurlarını bir araya getirdiği bir alaşım ortaya koyduğunu söyleyebiliriz. Film, dramatik kırılma yaşadığı (tam bu kırılmanın öncesinde eski devrimci Bob’u sinema tarihinin en kıymetli politik gerilimlerinden Cezayir Savaşı’nı izlerken görmemiz filmin sözünü açığa çıkarttığı birkaç sahneden biri) yerden itibaren hem Good Time’ı hem Speed’i hem de Mad Max’i hatırlatan çılgın bir agresifliğe kavuşuyor. Buna neredeyse slapstick’e varan bir komedi katmanı da ekleniyor. Burada Andy Jurgensen imzalı kurgu ve Michael Bauman’ın elinden çıkma görüntü yönetiminin de etkisini hissettiğimiz ustaca bir yönetmenlik mevcut. Öte yandan bu iki saatlik kısımda ilk yarım saatin politik anlatısının geride bırakıldığını, örgütün ve devrimcilerin mücadelesinin bireysel bir kurtuluş çabasına evrildiğini vurgulamak gerek. Ancak film, başlığından çağırdığı devamlılık temasını yarattığı kuşaklar arası aktarımla ümitli bir noktaya taşımaya gayret ediyor.
Savaş Üstüne Savaş, aslında temel olarak ABD’nin kendi kendisiyle bitmeyen savaşına bağlı bir film. 1960’lardan bu yana ABD’de belirleyici bir güç olmaktan uzak sol siyasetin kurmaca radikal unsurları üzerinden şekillenen filmde devletin topluma uyguladığı baskıcı şiddeti, devletin özüne işlemiş ırkçılığı izliyoruz. Film “savaş üstüne savaş”ı bir yılgınlık ve çıkmazdan ziyade bir devamlılık, süreklilik ve aktarım biçimi olarak konumluyor. Bunu bir yokluk anlatısı olarak okumak mümkün elbette ama Paul Thomas Anderson’ın esas meselesinin bugünde yaşamaya dair, bu zamanın ruhuna dair sinematik bir epik oluşturduğunu da söylemek gerek. Bu da büyük ölçüde filmin ana unsurlarını anlatıya devşirme biçiminden ortaya çıkıyor. Mizah, kendilerine Noel Maceracıları adını takan, ırkçı, beyaz oligarkların sahip oldukları dehşet kudretiyle ezik karakterleri........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Sabine Sterk
Ellen Ginsberg Simon
Mark Travers Ph.d
Gina Simmons Schneider Ph.d