O da Bir Şey mi: Hikâyenin yeni anlatıcısı
Pelin Esmer, yaptığı ilk filmden bu yana sinemamızın özgün seslerinden biri. Belgeselden kurmacaya, kişiselden toplumsala attığı görünüşte uzun adımları, kendi bakışı içerisinde toplayan ve eriten bir sineması var.
İlk olarak bir belgeselle, "Koleksiyoncu" ile hayatımıza giren, ardından "Oyun" ile yoluna devam eden yönetmen sonrasında çektiği kurmacalarla günümüzde kuşağının önemli yönetmenlerinden biri konumunda.
Bu konum, geride bıraktığımız 32. Adana Altın Koza Film Festivali’nde iyice netlik kazandı. Yeni filmi "O da Bir Şey mi" ile Ulusal Yarışma’nın favorileri arasında olan Pelin Esmer’in yönetmenliği hem seyirci hem de eleştirmenler tarafından artık olgunluk evresine girdiği kabulüyle karşılandı.
Festivalin jürileri de aynı fikirde olacak ki "O da Bir Şey mi", Altın Koza’dan tam sekiz ödülle döndü. Burada Pelin Esmer sineması açısından vurgulayabileceğimiz bir nokta da yönetmenin "Oyun ve Kraliçe Lear"da da izlerini bulabileceğimiz, "İşe Yarar Bir Şey" ve "O da Bir Şey mi" de net bir hat oluşturan “hikâye anlatıcılığı” mefhumuna artık doğrudan gözünü dikiyor olması.
Filmin, merkezinde erkek, orta yaşlı (ve kurmaca) bir “usta yönetmen” var. Timuçin Esen’in canlandırdığı bu karakter, yeni karşılaştığımız ama çok da iyi tanıdığımız biri. Geçmişte büyük filmler yapmış, hayat iştahını hızla harcamış, bugünlerde isteksiz, motivasyonsuz eski bir hikâye anlatıcısı.
Yeni bir film yapma, bir hikâye anlatma arzusunu arar, ya da aramak zorunda kalır bir pozisyonda buluyoruz onu. İnsanlardan sıkılıyor, kaçıyor, mizantrop pozlarla içe dönük bir dünya hayalini kendine satarken takdir ve alkış bağımlılığından da kurtulamıyor. Evet, çok iyi tanıyoruz kendisini. Bu varoluşçu, hatta bazen teolojik karamsarlık çok tanıdık.
Pelin Esmer’in bu hikâyeyi anlatma tercihi ilginç görünebilir başta. Ancak ilk karelerinden itibaren filmin bundan ibaret olmadığını da sezdiriyor yönetmen. Başkarakterimizin bir hikâye anlatıcısı olduğu kesin ama bu hikâyeyi onun anlatmadığını biliyoruz.
Bunun en önemli sebebi yönetmenin film boyunca ustalıkla kullandığı rejisinin unsurlarını parçalama ve tekrar birleştirme biçimi. Zira bu hikâyenin esas anlatıcısı filme önce ses bandından dâhil oluyor.
Film ile ilk kez kamera karşısına geçen ve buradaki performansıyla ilk rolünden büyük takdir toplayan Merve Asya Özgür’ün canlandırdığı Aliye karakteri bu filmin hem kalbi hem de ruhu. Ünlü yönetmen Levent’in film festivali için gittiği Söke’deki bir otelde çalışan, ailesiyle yaşayan ve sıklıkla otelin barındaki bulaşıklarla izlediğimiz Aliye, Levent’in sahip olmadığı, muhtemelen bir miktar da kıskandığı o bakış arzusuna, tazeliğine sahip. Baktığı yerde, ama önce kendi hayatında anlatılacak bir hikâye görüyor.
Film evrenine girişinin bizzat sesiyle olması da onu ayrıcalıklı, üst bir konuma yerleştiriyor aslında. Kontrol onda mı bilmiyoruz, onun ses kayıtlarını dinleyen kişinin onu gerçek anlamda duyup duymayacağı da belirsiz ama anlatıcının anlatıcısı Pelin Esmer onu dinlememizi istiyor, buna şüphe yok. Filmde de ifade edildiği üzere bir hikâye biri onu dinlesin diye anlatılır sonuçta.
Pelin Esmer’in yaklaşımı, hikâye anlatıcılığının çeşitli görünümlerine farklı yönlerden ulaşmasıyla şekilleniyor. Filmin itiraz ve başlangıcı aynı anda ifade eden başlığından başlayarak. Yönetmen, bu filmin fikrinin bir barda gördüğü, barla mutfak arasındaki perdeden bardakları alıp veren bir el imgesinden çıktığını söylemişti.
Filmin sanat yönetmeni Elif Taşçıoğlu’nun çalışmasıyla ortaya konmuş mekân tasarımı yalnızca o eli ve o barı değil, filmin sahip olduğu zamansızlık hissiyatını da taşıyor filme. Daha en başlarda bir sahnede o barın etrafında oturmuş, her biri usta bir oyuncu tarafından canlandırılan bar insanları bu zamansız zamanda genelde nostaljiye yaslanan, edebi olma gayreti taşıyan, çiğ ama samimi öykülerini zerk ediyorlar ortama. Film burada her insanın bir hikâye anlatıcısı olduğunu, ya da o potansiyeli taşıdığını söylemiyor yalnızca.
Bir yandan da bu hikâyelerin dinleyicisinin kim olduğunu da soruyor. Zira bu sahnelerde hikâyeler Levent’e anlatılırken esas dinleyenin perdenin arkasındaki elin sahibi Aliye olduğunu öğreniyoruz. Kamera barın arkasından, yani dinleyici konumundan bu anlatıların altını çizerken biz seyircilerin hizasını da belirliyor Pelin Esmer. Dinlemeye, anlatmaya iştahla bakabileceklerin yanından bakmamızı istiyor anlattıklarına sanki.
"O da Bir Şey mi"yi değerli hâle getiren unsurlardan biri de filmin öyküsündeki merkezî hareket duygusu aslında. Filmdeki anlatı(lar)ın en durağan yerden, Levent’in hayatından en enerjik olana, Aliye’ye doğru gittiğini izliyoruz adım adım. Levent’in kendisi de buna dâhil. Bu yalnızca Levent’in Söke’ye doğru gitmesiyle şekil almıyor.
Aynı zamanda filmi giderek etkisi altına alan, henüz açıkça anlatılmamış bir hikâyenin öznesinin Levent’ten Aliye’ye doğru kaydığını da hissediyoruz bir fısıltı gibi. Bu, Levent’in yapmakta olduğu, O da Bir Şey mi boyunca yapımına tanık olduğumuz kısa film değil kesinlikle. Kısa filmin kendisinden çok onu izleyen Aliye’nin ne düşündüğünü merak edeceğiz o sahnede.
Film bu anlamda bir iktidar dönüşümünü de çağırıyor gibi görünüyor. Aliye’nin Levent’in film teklifini kabul etmemesinde de bir başkasının, yorgun ve zamandışı bir anlatıcının hikâyesini anlatmasını reddediş var sanki. Bu, anlatının iktidarını reddetme girişimi mi, yoksa kendi hikâyesinin anlatıcısı olma gücü mü, bilmiyoruz.
Bu da aslında "O da Bir Şey mi"nin anlatısını biraz eksik bırakan, seyirciyi hayale davet eden ucu açık bir finalden ziyade biraz havada kalmışlık hissi yaratıyor. Bunun sebepleri de hikâyenin çağırdıklarında açıkçası.
Tüm bunları Pelin Esmer’in ördüğü bir hikâye anlatıcılığı ethosu olarak görebiliriz. Edebiyatı belki sinemanın........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Sabine Sterk
Ellen Ginsberg Simon
Gilles Touboul
Mark Travers Ph.d