Mussolini - Yüzyılın Oğlu: Hakikat arzusu
Pride & Prejudice, Atonement ve Anna Karenina gibi roman uyarlamalarının yanı sıra Winston Churchill biyografisi Darkest Hour’la tanınan Joe Wright’ın yönetmenliğini üstlendiği dizi Mussolini: Yüzyılın Oğlu (M. Il figlio del secolo), şu sıralar Türkiye izleyicisiyle buluşuyor. Dünya prömiyerini geçtiğimiz yıl Venedik Film Festivali’nde yaptıktan sonra televizyon yayınlarına başlayan 8 bölümlük mini dizi biraz gecikmeli biçimde olsa da MUBI Türkiye’de yayına başladı. Önümüzdeki haftalarda yayınlanacak son iki bölümüyle final yapacak. Dizi, 20. yüzyıl siyasal tarihinin kırılma noktalarından birisini, Benito Mussolini’nin İtalya’da iktidara gelişini hikâyeleştiriyor. Joe Wright, Antonio Scurati’nin aynı adlı “belgesel roman”ının ilk cildinden uyarladığı dizide, buradaki yazınsal fikri sinemasal ölçeğe taşıyor ve gerek tarihî anlatılar gerek biyografi dili açısından ilginç bir deneye imza atıyor. Mussolini gibi bir karakterin hikâyesinin nasıl (ve neden) anlatılabileceğine dair soruyu bugünün politik bilinci ve seyircinin zihinsel muhakemesine yatırım yapan provokatif bir yolla cevaplamaya çalışıyor.
Mussolini: Yüzyılın Oğlu’nda Mussolini hem anlatılan hem de anlatan konumunda. Sosyalist gazetecilik yıllarından Faşist Parti’yi kurmasına, iktidarı ve parlamentoyu ele geçirip diktatörlüğünü ilan etmesine uzanan yola Mussolini’nin anlatıcılığında tanık oluyoruz. Dizi, bu karanlık figürü takip ederken onun kendini seyirciye ifade etmesine izin veriyor. Başkarakterin sahne içerisinde dördüncü duvarı yıkıp doğrudan bize hitap ettiğine, etrafta olan biteni açıkladığına ya da yorumladığına tanık oluyoruz. Bu eşlik ilişkisi bazen ironik bazen de “samimi” bir etki bırakırken Joe Wright’ın hiç olmadığı kadar dinamik, maksimalist ve dışavurumcu rejisi hikâyenin anlatıldığı dönemin biçimsel unsurlarını da kullanarak anlatıyı katmanlaştırıyor ve ortaya bariz bir “güvenilmez anlatıcı” çıkarıyor. Anlatıcı karakteriyle seyirci arasındaki mesafe biçim marifetiyle açılırken o mesafedeki boşluğa ve anlama bakmaya davet ediyor seyirciyi yönetmen.
“Güvenilmez anlatıcı” hem edebiyatta hem de sinemada uzun yıllardır kullanılan bir tabir. Kavramın ortaya çıkışı 1960’lara, Wayne C. Booth’un “Kurmacanın Retoriği” kitabına dayanıyor. Buna göre “güvenilmez anlatıcı”yı kullanan bir eserde anlatıcı karakteri ve hakikat arasında bir uyumsuzluk söz konusudur. Dolayısıyla bu tür anlatılar okuru/izleyiciyi yorumcu ve eleştirel bir konuma iter. Seyirci anlatılanla görünen arasındaki çelişkiyi kendi çözmek durumundadır. Anlatı, anlamı bu çatlaktan sızdırır. Joe Wright, Mussolini: Yüzyılın Oğlu’nda bunu adım adım kurarken uç bir sınıra gidiyor. Bu sosyalist kökenli, zeki ve işbilir karakteri hikâyenin anlatıcısı yaparken önce seyircisini ona sempati duymaya zorluyor. Bir tiyatro oyununda oyuncunun oyunu kesip seyirciye seslendiği Brechtyen bir an gibi, anlatının ortasında size dönüp konuşan bir figürle ister istemez bir iletişim kuruyorsunuz. Dizi, bu tavrı biçimsel olarak da destekliyor. Mussolini’yi parlatan, hikâyesini haklı gösteren çerçevelerde izliyoruz ilk başlarda hikâyeyi. Ancak anlatı sürdükçe ve yaşanan olayların ölçeği büyüdükçe anlatıcı ve anlatı arasındaki mesafe açılmaya, çatlak genişlemeye başlıyor. Zira Mussolini kendi mitini üretirken bir yandan da ikiyüzlülüğünü, çıkarcılığını ve güvenilmezliğini de kendi kendine teşhir ediyor.
Mussolini ilk bölümün bir yerinde şöyle sesleniyor seyirciye: “Beni takip et, sen de beni seveceksin. Seni bir faşist yapacağım.” Bu, aslında sekiz bölüm sürecek bir aksın parçası. Mussolini, olan biteni keyfine göre bölüp dördüncü duvarın içinden bize seslenmeye devam edecek. Beraber yürüdüğü “yoldaş”larını aç köpekler olarak tarif edecek, demokrasinin özgürlüğünü onu yok etme özgürlüğüne bağlayacak, bize açıkça “uslu durun” diyecek, kimi zaman da hak verilmesi mümkün tespitler yapacak. Bir yandan da ideolojik bağlılığından üstün zekâsına, ileri görüşlülüğünden “karizma”sına her şeyi tamamen kendi çıkarı uğruna kullanan bir demagog olduğu adım adım ortaya çıkacak. Bize söylediğinin tam tersini yaptığına, yaptığı siyasal hamlelerin arkasındaki şovenist motivasyonlara şahitlik etmemizi sağlayacak. Dizi, Mussolini’nin hikâyesi ve siyasal pozisyonu hakkında fikir üretmek yerine mevcut olanı gösterip yaşatarak ifşa ediyor, seyircisini de bunun tanığı hâline getiriyor; güvenilmezliği açık etmenin tek yolunun tecrübe olduğunu fısıldayarak. Bu hem etik hem de korkutucu bir karar.
Joe Wright, anlatısını oluştururken oldukça riskli bir işe girişiyor aslında. Anlatıyı, anlatıcısına teslim ederken onun güvenilmezliğini öncelikle seyirciye güvenine teslim ediyor. Daha doğrusu seyircisinin zekâsına saygı sunuyor. Ancak burada daha temel dayanak noktası elbette ki anlatılan figürle ilgili sahip olduğumuz tarihsel gerçeklik. Mussolini’nin hikâyesinin ne olduğunu ve nasıl bittiğini elbette biliyoruz. (Belki bilmiyorsak diye yönetmen bize dizinin ilk karelerinde gösteriyor zaten.) Joe Wright hem buna güveniyor hem de aldığı riski genişletiyor. Zira burada bir söylem mevcut. Yönetmen anlatıyı böyle kurarken bir yandan hem başkarakterini hem de ona oy verenleri şeytanlaştırıp insan dışılaştırmak yerine tam aksine insanileştiriyor ve bu durumu seyir deneyiminde sorgulamamızı istiyor. Bu bir yandan faşizmin doğuş şekli ve o meşhur “kötülüğün sıradanlığı” mekaniğini uygulamalı olarak gösterirken diğer yandan da seyirciyi bir kez daha bugünü düşünmeye itiyor. Özdeşliğin, kişisel bağın ve daha önemlisi “karizmatik lider” denilen safsatanın dilini tercüme ederken dün ve bugün arasında bir eşitleme yapıyor dizi. Hatta bunu bir adım daha ileri götürüp günümüze doğrudan biçimde sesleniyor. (Hangi sahneden bahsettiğimizi diziyi izleyenler anlayacaktır.) Sanki seyirciye önce tatmini sonra da ondan doğan utancı yaşatmak istiyor.
Joe Wright, diziyle ilgili bu doğrudanlıktan bahsederken baştaki fikrin diyaloglar İtalyanca devam ederken Mussolini’nin seyirciye İngilizce konuşması olduğunu söylüyor. Bu, ABD de dâhil olmak üzere tüm dünyada yükselen aşırı sağın nelere yol açabileceğine dair bir uyarı olarak düşünülmüş. Ancak Wright, o sıralar yapılan İtalya seçimlerinde aşırı sağın adayı Gioria Meloni’nin seçilmesinin ardından paralelliğin çok açık olduğunu, seyircinin zekâsına güvenmek gerektiğini düşünüp bu karardan vazgeçmiş. Mussolini’nin söylediği her kelimenin İtalyanlar tarafından anlaşılması gerektiğini de ekliyor yönetmen. Dolayısıyla “güvenilmez anlatıcı” düzlemine bir katman daha ekleniyor aslında. Dizinin anlatıcısını değilleyen tarihsel gerçeklik bugüne de bir kanal açıyor. İtalya da dâhil olmak üzere dünyanın her yerinde güçlenen o eğilimi açık etmeye girişiyor. 1920’lerde Avrupa’nın girdiği sosyo-ekonomik krizden çıkma biçimini göstererek bugünün kriz ortamına bir çağrı yapıyor. Bir yanıyla da söylemini dönemler ve insanlardan azade kılıp doğrudan modern politik söylemlerin güvenilmezliğine dikkat çekiyor. Kendisini bir anlatı deneyine dönüştürdüğü yer de burası.
Joe Wright’ın rejisel olarak bu anlatıya nasıl yaklaştığı da dizinin temel unsurlarından biri. Wright dizinin biçimsel dünyasını, hikâyenin takip ettiği temalar ve dönemsel karşılıklar üzerinden, artık parçalarla çalışan bir terzi gibi dikiyor. Dizide dramatik bir unsur olarak da karşımıza çıkan İtalyan Fütürizmi akımı farklı yönleriyle anlatının biçimsel katmanının oluşturulmasında önemli bir unsur. Savaş sonrasında ortaya çıkan ve İtalyan Faşizmine entelektüel zemin oluşturan bu akım yeniden yaratım için yıkımı, savaşı, makineleşmeyi, şiddeti, hızı ve yeniliği, geleceği yüceltiyor. Dizi bilhassa ilk bölümlerinde Mussolini’nin kendi amaçları uğruna araçsallaştırdığı bu enerjiyi hızlı kurgu temposuyla, hareketi ve enerjiyi vurgulayan estetik yaklaşımıyla taklit ediyor. Kalabalık miting sahnelerini, matbaa ve tren görüntülerini yoğun biçimde kullanıyor. Benzer şekilde film için üretilen ve filme müzikal bir anakronizm katan, Chemical Brothers üyesi Tom Rowlands imzalı elektronik müziklerin ortaya çıkışı da Fütürizm akımıyla doğrudan bağlantılı.
Bu, parçaları bir araya getiren eklektik yaklaşımı önce Mussolini’nin dünyasını ve faşizmin geçmişte neden çekici bir şey olduğunu açık eden öforide, sonrasında da çökmekte olan karanlığın dışavurumunda kullanıyor yönetmen. Kullanılan (hatta bazen bizzat kurmacanın unsurlarıyla doğrudan kolajlanan) arşiv görüntüleriyle de hakikat montaj evreninde bir araya geliyor. (Fütürizmin diğer yakasındaki Dziga Vertov’u hatırlatır biçimde.) Joe Wright’ın bu tercihlerinde içeriksel olarak yaptığı tersyüz etmeyi biçimsel olarak da yansıtma çabası olduğunu düşünebiliriz. Zira faşizmi kendi araçlarını kullanarak, mitleri, retoriği ve şovenizmi tüm görsel-işitsel unsurlarıyla kullanarak onu bizzat işlevsizleştiriyor dizi. Bakış açısının birinci tekilden üçüncü tekile hızla geçtiği, elektronik müziğin kılavuzluğunda yüksek tempo tutan kurgu anlayışında, ısrarlı yakın plan kullanımının yarattığı yabancılaşma hissinde, kontrastı giderek artan ışık kullanımında, geçmişle bugün arasında oyunbaz sıçramalar yapan senaryo kurgusunda bunların izlerini görmek mümkün. Seyirciyi anlatıdan dışarı fırlatıp yalanın tanığı hâline getiren tercihler bunlar. Dizinin içeriksel işleyişi açısından da temel önem arz ediyor. Tabii ki burada bu zor görevin ardından başarıyla kalkan başrol oyuncusu Luca Marinelli’nin hakkını da vermek gerek.
Joe Wright, dizide yapımcı olarak yer alan Paolo Sorrentino ve Pablo Larraín’in yaklaşım tarzlarından........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Robert Sarner
Sabine Sterk
Ellen Ginsberg Simon