Altın Koza notları: Sona gelirken
Sinemamızın temel buluşma noktalarından Altın Koza’yı, bu yıl da geride bırakmak üzereyiz. Yavaş yavaş sonuna yaklaştığımız sinema yılına dair genel bir izlenim sahibi olduğumuz, bu yıl üretilen yerli filmleri bir arada konuşma şansı yakaladığımız Ulusal Yarışma gösterimleri de tamamlandı. Toplam 10 film seyirciyle buluşurken bu yıl bilhassa kadın yönetmenlerin filmlerinin öne çıktığını söylememiz gerek. Yarışmada yer alan dört kadın yönetmenin filmleri gösterimler sonrasında en çok ses getiren filmler arasındaydı. Festivalin son günlerinde, filmlerden önce tutuklu belediye başkanı Zeydan Karalar’ı salonlara taşıyan tanıtım videosu ise her gösterildiğinde büyük alkışlarla karşılandı. Yoğun, filmlerle ve sinemaya dair düşüncelerle dolu günleri geride bırakırken Ulusal Yarışma’nın ikinci yarısında seyirciyle buluşan filmleri inceliyoruz.
Ulusal Yarışma’nın doğal katılımcılarından Tayfun Pirselimoğlu’nun yeni filmi İdea, yönetmenin sabırlı, sakin ve içe dönük sinemasının yeni bir örneği. Pirselimoğlu, bilhassa Kerr’de yakaladığı Kafkaesk, çıkışsız ve distopik dünyayı burada da yineliyor. Kendi hâlinde bir karakterin, ne olduğunu anlamadığı bir sarmalın içine çekilmesini ve etrafında olan biteni anlamaya çalışırken savrulmasını izliyoruz. Merkezde filme adını da veren, “İdea” adlı bir kitap var. Kitap, “dokunan yanar” misali bir çekim etkisi yaratırken başkarakterimiz ne olduğunu bilmediği bir sebeple suçlanıyor. Devletin, karanlık karakterlerin hışmına uğruyor. Bu yolculuk esnasında etrafı kaçan ya da susan insanlarla dolu. Kimse ne yaşandığının tam olarak farkında değil gibi. Ya yok saymayı ya da sorgusuzca kaçmayı seçiyorlar. Günümüzün gerçekliğine dair alegorik ve distopik bir atmosfer kuruyor Pirselimoğlu.
Tayfun Pirselimoğlu, kariyerinin başından beri kendine has bir üslup oturtmuş, kendi modelini farklı çeşitlemelerle yineleyen, bu tavrında ısrarcı bir yönetmen. Sineması bazı yinelemeler, birbiriyle konuşan evrenler ve bir miktar sanatsal dirayet üzerine kurulu. Sinemanın dışında edebiyat ve resim gibi farklı disiplinlerde de üreten bir sanatçı Pirselimoğlu. Yeni filminde hem bu unsurların hem de önceki filmlerinin anlatıya sızdığını, yansımalar yarattığını görüyoruz. Filmografisinden tanıdığımız pek çok oyuncuyu tekrar gördüğümüz, aynı Kerr’deki gibi bol iç mekân kullanımına, bir gizem bulutunun arkasında kalmış, hissizleşmiş karakterlerin ifadesiz yüzlerine yine bolca alan açıyor. Ancak İdea’nın bu filmografinin parlak örneklerinden biri olmadığını söylemek gerek. Bunun önemli sebeplerinden birisi yönetmenin bu kez zamanın ruhuna, sosyo-politik gerçekliğimize alan açma biçimi. Zira soruşturmalar, suç unsuru kitaplar ve bunları susku ya da kaçışla karşılayan karakterler Kafkaesk olarak ifade edebileceğimiz bu dünyada bir tür sonuçsuzluk olarak karşılık buluyor. Bir anlamda içine kapalı bu dünya sekteye uğruyor. Dolayısıyla İdea da seyirciyle kurduğu doğrudan ilişkiden ziyade yönetmeninin yapıtında yerleştiği bağlamla değer kazanıyor.
Yarışmanın bir diğer merakla beklenen yönetmeni Pelin Esmer’in yeni filmi ise başlık seçiminden finaline kadar tamamen hikâye anlatıcılığına adanmış bir anlatı takip ediyor. İlk filminden itibaren sinemamızın özgün seslerinden biri olan Pelin Esmer, O da Bir Şey mi’de hikâye anlatıcılığı mefhumunun hem biçimsel hem içeriksel katmanlarda farklı boyutlarına dair çok yönlü bir filme imza atıyor. Usta ve yorgun bir yönetmenle kendine ait bir yol arayan genç bir otel çalışanını sinemasal bir evrende buluştururken sinema üzerinden hikâye anlatmanın hemen her noktasını didikliyor. Timuçin Esen’in canlandırdığı Levent karakteri, yer yer üst ses olarak karşılaştığımız genç bir kadının sesinin ve sokakta, gittiği barlarda, farklı köşelerde karşılaştığı insanların gönülsüz bir dinleyicisine dönüşürken film, bir anlamda her insanın bir hikâye anlatıcısı olduğunu da fısıldıyor.
Pelin Esmer, O da Bir Şey mi’de bilhassa yönetmenlik bakımından bir olgunluk eseri ortaya koymuş. Sinema malzemesinin farklı yönlerini ustalıkla parçalayan, tekrar birleştiren, çeşitli unsurları tek bir potada eriten mahirlikte bir yönetmenliğe sahip film. Filme pek çok anlamda ruhunu veren genç oyuncu Merve Asya Özgür ise filmin en güçlü yanlarından biri. Ancak O da Bir Şey mi, edebiyattan ve hikâye anlatıcılığının doğasından aldığı gücü bir finale ulaştırmakta bir miktar zorlanan bir film. Belki mesele de biraz burada. Muhtemelen kâğıt üzerinde, edebi bir metinde işlerlik kazanabilecek final, burada bir miktar havada kalmışlık hissiyle uğurluyor seyircisini. Bu denli çok yönlü, dinamik yollardan ilerleyen film finalde bu yolları birbiriyle buluşturmak konusunda eksik kalıyor. Öte yandan Pelin Esmer’in filminin yarışmanın öne çıkan birkaç filminden birisi olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz.
Hem kurmaca hem belgesel filmleriyle tanıdığımız Hakkı Kurtuluş ve Melik Saraçoğlu’nun yeni filmi Algoritma’ya Biat Et de yarışmanın merakla beklenen filmleri arasındaydı. Yönetmenler tamamen İngilizce çektikleri bu yeni filmlerinde çağımızın dijital gerçekliğine dair epey doğrudan bir hikâye anlatıyorlar. Sosyal medyanın, dijital iletişimin, influencerların ve nihayetinde algoritmanın paradigmalaşması üzerine bir anlatı izliyoruz.
Filmin handikapı ise bu anlatının güncelliği ve geçerliliği. Zira algoritma ve sosyal medya üzerine akla gelen, bu yeni paradigmanın öncesine ait zihinlerin her türlü önyargısını tekrar eden, bütün biçimsel denemelerine rağmen çok “eski” bir film Algoritma’ya Biat Et. Hayatımızın bu denli içinde ve sürekli devinim hâlinde olan bir olguya dair bu kadar durağan, muhafazakâr ve kendinden -biraz fazla- emin bir zihinle yorumlanması filmin kendi ana fikrine saplanmasına sebep oluyor. Filme sessiz film tarihi imgeleminden eklenen ve sinema tarihine farklı referanslar sunan ek unsurlar ise filme bir sinema bağlamı eklemekten çok anlatıcının kendini mevcut gerçeklikten sıyıran üstten bakışını artıran bir etki yapıyor. Algoritma’ya Biat Et, konusu ve ilgilendiği temaların çağrıştırdığına zıt bir şekilde pek heyecan verici olamayan, konu üzerine yeni bir bakış açısı pek göremediğiniz, kısır bir film.
2015 yapımı ilk uzun metrajı Nefesim Kesilene Kadar’la adını duyuran ve yakın dönem sinemamızda iz bırakan yönetmenlerden Emine Emel Balcı’nın uzun süredir beklenen yeni filmi Buradayım, İyiyim ise tam manasıyla bir kadın dayanışması filmi. Başrolde Bige Önal’ı, yardımcı rolde ise Elit İşcan’ı izliyoruz. Kendi hâlinde bir hayat yaşayan, emlakçılıkla uğraşan, yeni anne bir kadının hayatı karşılaştığı yardıma muhtaç yeni bir karakterle bir kırılma yaşıyor. Bu noktadan itibaren de bu karakterin baskısı altında olduğu bakım emeği ve aile baskısıyla mücadelesini dayanışmaya evriltmesini takip ediyoruz.
Filmde hem Bige Önal hem de Elit İşcan çok başarılı performanslara sahip ve yarışmada kendi alanlarındaki ödüllerin doğal adayları arasında. Aynı şekilde görüntü yönetmeni Murat Tuncel’in bu dünyayı çerçeveleme şekli oldukça başarılı. Film yer yer temposunu aynı seviyede tutmakta zorlandığı senaryo sorunlarına sahip olsa da finalde seyircisinin yüzünde duygulu bir tebessüm bırakan finaliyle akıllarda kalmayı başarıyor.
Perde, örneklerini ulusal yarışmalarımızda sıklıkla gördüğümüz tek mekân filmlerinden biri. Bir apartmanda yaşanan anlık bir karşılaşmanın ardından bu apartmanda yaşayanlar arası dengelerin bozulduğuna ve sınıfsal dengelerin hızla ortaya çıkmasına tanıklık ediyoruz. Film, bu tarz filmlerin doğası gereği oda tiyatrosuna çok benzeyen, diyalog odaklı, içine sinema hissiyatını eklemenin bir miktar zor olduğu bir zemine sahip. Perde için bu handikaplar fazlasıyla geçerli.
Bir sinema hissini yerleştirmekte zorlanan, senaryosuna ister istemez fazla bel bağlayan bir film Perde. İşin o tarafı için de tartışmalı bir durum söz konusu. Zira bütün senaryonun üzerine kurulu olduğu, bütün bir film boyunca takip edilecek ana tetikleyici unsurla ilgili bir ikna edicilik sorunu mevcut. Bu önemli, zira senaryodaki dramatik kırılmaların neredeyse tamamı bu tetikleyici olay üzerinden inşa ediliyor. Buna uzun plan tercihleri de eklenince oyuncuların taşımakla sorumlu olduğu yük fazlasıyla artıyor ve hikâye sinemasal sınırlara pek ulaşamıyor. Aynı zamanda filmin senaristlerinden, başrolü olarak da görebileceğimiz Cem Zeynel Kılıç’ın bu sorumluluğun altından büyük ölçüde başarıyla kalktığını ve değerli bir performans ortaya koyduğunu da söylemek gerek.
Yarışmada seyirciyle buluşan son film, Ali Cabbar’ın ilk uzun metrajı Annemin Solgun Çiçekleri oldu. Film, sinemamızın en yerleşik alışkanlıklarından birini, şehre göçmüş bir taşra çocuğunun memleketine dönüşü sonrası yaşadıklarını anlatıyor. Yönetmenlik yapan Bahadır’ın memleketine dönüşü sonrası annesi, eski flörtü ve yakın bir arkadaşıyla yaşadıklarını takip ediyoruz. Babadan kalan üzüm bağlarının ne yapılacağı sorusu üzerine binerken Bahadır varoluş sancılarına savruluyor. Filmin içine düştüğü ve açıkçası pek de çıkamadığı kuyu da burası. Anlatı Bahadır’ın hizasında kalıp onun düşüncelerini ve varoluş sancılarını anlamaya çalıştıkça aforizmik diyaloglardan ibaret kalıyor. Ana karakterlerin yaşadıkları çevreyle uyumsuzlukları bir yana, birbiriyle kurdukları hiç sahici olamayan ilişkileri de buna eklenince yarışmanın en zayıf filmlerinden birisini izliyoruz. Oyuncuların ağzına oturmayan diyalogları, sinemamızın büyük handikapları arasında sayabileceğimiz tek bir sahneden hayatın anlamına uzanmaya gayretli büyük anlam arayışları ve ana fikrini Bahadır’ın dertlerinden bir türlü kurtaramayan anlatısıyla Annemin Solgun Çiçekleri’nin yetersiz bir görüntü çizdiğini söylemek gerek. (EBB/TY)
Claudia Cardinale’nin hatırasına
Türkiye’de, içgüdüsel olarak hayatım boyunca başıma gelmesinden en çok korktuğum dinamik sanki beni Yunanistan’da bulmuştu.
Şöyle ki, ziyadesiyle ıssız köyün limanına genelde bağlı şekilde duran destroyer kılıklı külüstür gemi adeta buharlaşıvermişti.
Ortalıkta başka kimseyi göremeyince donanmaya ait geminin ne zaman ayrıldığını limanın ucundaki iki yaşlı adama sormaya........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Sabine Sterk
Ellen Ginsberg Simon
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul