Üretici güçten yıkıcı güce: Filistin’de dijital sömürgecilik
Filistin’de bir asrı aşkın süredir devam eden yerleşimci sömürgecilik ve şiddet mekanizmaları, son yıllarda dijital araçlarla iç içe geçerek yeni bir yıkım düzeni oluşturdu. İsrail ve askerî birimleri; ABD başta olmak üzere devlet aktörleri ve küresel teknoloji şirketleriyle kurdukları ortaklıklarla birlikte dronlar, bulut depolama sistemleri, biyometrik tanıma ve sinyal istihbaratı gibi teknolojileri birleştirerek milyonlarca Filistinliyi izleyen, denetleyen ve hedef alan kapsamlı bir dijital denetim ağı kurdu. Bu ağ, yerleşimci sömürgeciliğin sürekliliğini güvenceye alırken, Ekim 2023’ten itibaren daha da ölümcül bir niteliğe büründü; “yapay zekâ”, “büyük veri” ve otomatik sistemler doğrudan soykırımın araçlarına dönüştü.
Karl Marx ve Friedrich Engels, Alman İdeolojisi’nde üretici güçlerin tarihsel olarak özgürleştirici bir potansiyel taşıdığını; ancak mevcut üretim ilişkileriyle çatıştığında aynı güçlerin baskı ve yıkım aygıtlarına dönüşebileceğini vurgular.[1] Üretici güçler yalnız teknik araçlar değil, bilgi, iletişim ve örgütlenme biçimlerini de içerir; özel mülkiyet ve devlet şiddetiyle eklemlendiklerinde toplumsal ihtiyaçlara hizmet etmek yerine yönetmek, bastırmak ve imha etmek için kullanılırlar. Ernest Mandel’in de Geç Kapitalizm’de gösterdiği gibi, kapitalist birikim rejimi bu dönüşümü hızlandırır: Üretkenlik ve bilgi birikimi artarken ekolojik yıkım, kitlesel işsizlik ve savaş endüstrisi derinleşir.[2]
Filistin’de gördüğümüz, bu diyalektiğin somut ve uç bir tezahürüdür: Dijital ağlar, algoritmalar ve veri odaklı planlama gibi özünde özgürleştirici potansiyel taşıyan üretici güçler, yerleşimci sömürgeciliğin ihtiyaçlarına tabi kılınarak yıkıcı güçlere çevrilmiş; gözetim, yerinden etme ve toplu imhanın otomasyonu için kullanılır hâle gelmiştir. Böylece, teknoloji geliştirme kapasitesi arttıkça özgürleşme olanakları değil, sömürgeci tahakküm biçimleri genişlemiştir. “Dijital sömürgecilik” kavramı tam da bu süreci -üretici güçlerin kapitalist ve sömürgeci ilişkiler içinde yıkıcı güçlere dönüşmesini- açıklamak için güçlü bir zemin sunar.
Dijital sömürgecilik, Michael Kwet’in tanımladığı biçimiyle, ABD merkezli teknoloji devlerinin yazılım, donanım ve ağ üzerindeki tekel güçleri aracılığıyla Küresel Güney’i ekonomik, siyasî ve kültürel olarak kendilerine bağımlı kıldığı bir egemenlik biçimidir. Kwet’e göre klasik sömürgeciliğin demiryolları ve limanlarla kurduğu aktarım ağlarının yerini bugün kapalı platformlar, bulut hizmetleri ve veri akışları almıştır; veri yeni dönemin ham maddesi, platform kodu ise yeni dönemin “hukuku”dur. Böylece kullanıcı verileri merkezlerde toplanır, işlenir ve bilgi/algoritma formunda yeniden dolaşıma sokulur; pazar rantı, gözetim kapasitesi ve söylem üstünlüğü aynı mimaride birleşir.[3]
Kwet, bu yapının yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda siyasal ve kültürel bir egemenlik biçimi olduğunu vurgular: Dijital dünyanın kurallarını artık demokratik kurumlar değil, bu platformların kodları belirler. Hangi bilginin görünür olacağına, kimin konuşabileceğine ve hangi içeriğin dolaşımda kalacağına pek çoğu ABD merkezli olan bu şirketlerin algoritmaları karar verir. Böylece veri, geçmişin madenleri ya da limanları gibi, yeniden sömürgeci bir ham maddeye dönüşür. Kwet’in Güney Afrika örneğinde gösterdiği üzere, Google ve Facebook’un reklam pazarını tekelleştirmesi ya da Uber’in yerel taşımacılığı çökertmesi, dijital ekonominin bu yeni sömürgeci mantığını görünür kılar. Küresel Güney ülkeleri kendi dijital endüstrilerini geliştiremeden kapalı platformlara bağımlı hâle gelir. Bu nedenle dijital sömürgecilik, veri sömürüsüyle ekonomik rantı birleştiren, bilgi üretimini ve kültürel temsili merkezîleştiren bir tahakküm biçimi meydana getirir.
Filistin, bu küresel dijital sömürgeciliğin en uç biçimini temsil eder: Burada teknoloji yalnızca ekonomik bağımlılık üretmekle kalmaz, aynı zamanda yerleşimci sömürgeciliğin hedefi olan fiziksel imha ve soykırımı otomatikleştiren bir mekanizmaya dönüşür. İsrail, toprak üzerindeki kontrolünü dijital ağlara taşıyarak iletişim, veri akışı ve anlatı üretimi alanlarını da sömürgeleştirmiştir. Oslo Anlaşmaları’ndan bu yana İsrail, Filistinlilerin kullandığı telefon hatları, cep telefonu şebekeleri ve internet altyapısı dahil tüm iletişim ağlarını elinde tutmuştur.[4] Böylece işgal, klasik anlamda toprak işgalinin ötesinde dijital alana yayılmış; fiziksel hareketin kısıtlanmasına paralel biçimde enformasyon akışı da sömürgeci denetime tabi kılınmıştır.
Bu denetim yalnızca gözetim ya da sansür anlamına gelmez. Aynı zamanda Filistin toplumunun teknolojik ve ekonomik olarak geri bırakılmasına neden olan, onu sistematik biçimde İsrail’in altyapısına bağımlı kılan yapısal bir mekanizma işler. Sara Roy’un geri bırakma (de-development) adını verdiği süreç, Filistin ekonomisinin doğal bir geri kalmışlık değil, planlı bir sömürgeci mühendislik sonucunda çökertildiğini ortaya koyar. Roy’a göre İsrail, üretim ilişkilerini, toplumsal örgütlenmeyi ve ekonomik kurumları sistematik biçimde çözerek gelişmeyi tersine çevirmiştir.[5] Günümüzde bu süreç, iletişim altyapısı ve bilgi teknolojileri düzeyinde yeniden üretilmektedir: Üretici güç olması beklenen dijital ağlar, Filistin’de gelişmeyi baltalayan ve toplumu dış dünyadan tecrit eden birer yıkım aracına dönüşmüştür. Bu açıdan dijital sömürgecilik, yalnızca bilgi ve altyapı üzerindeki denetim değil, aynı zamanda toplumsal yeniden inşayı imkânsızlaştıran bir “dijital geri bırakma rejimi”dir. Bu rejim, ekonomik bir politikanın ötesinde, altyapının, verinin ve teknolojik üretimin sistematik olarak kontrol altına alınması yoluyla Filistin’in geleceğini ipotek altına alan bir egemenlik biçimidir.
Bu yapının artık yalnızca yerel bir sömürge ekonomisi değil, uluslararası ölçekte kurumsallaşmış bir düzen olduğu Birleşmiş Milletler Özel Raportörü Francesca Albanese’nin 2025 tarihli raporunda açıkça ortaya konmuştur.[6] Albanese, İsrail’in işgal ekonomisinin “soykırım ekonomisine” evrildiğini; bu dönüşümün devletler kadar teknoloji devleri tarafından da sürdürüldüğünü belirtir. Rapor, bulut altyapısı, yapay zekâ sistemleri ve veri analitiği sağlayan şirketlerin İsrail ordusuna ve istihbaratına sağladıkları hizmetlerin yerinden etme ve imha politikalarının asli bileşenine dönüştüğünü vurgular. Böylece Roy’un tarif ettiği “geri bırakma” süreci, dijital araçların geliştiği günümüzde küresel şirketlerin aktif katılımıyla işleyen bir sömürgeci dijital-askerî kompleks hâline gelmiştir; bu da dijital sömürgeciliğin teknik veya ekonomik olmaktan öte, uluslararası ölçekte meşrulaştırılmış bir tahakküm biçimi olarak kurumsallaştığını gösterir.
İsrail’in Filistin üzerindeki bu dijital sömürgeci düzeni, altyapı, gözetim ve anlatıdan oluşan üç temel katman üzerine inşa edilmiştir.
Filistin’de dijital sömürgeciliğin birinci katmanı, dijital iletişim altyapısı ve frekans spektrumu üzerindeki kontrolün İsrail tarafından sıkı biçimde elde tutulmasıdır. 1967’den sonra işgal altındaki topraklarda telefon şebekesinden daha sonra ortaya çıkacak internet omurgasına kadar tüm iletişim altyapısı fiilen İsrail’in kontrolüne geçti. 1990’lardaki Oslo Anlaşmaları teoride Filistin Yönetimi’ne bağımsız bir telekom altyapısı kurma hakkı verse de İsrail bu sürecin hayata geçmesine hiçbir zaman izin vermedi.[7] Radyo frekans tahsisi, bant genişliği izinleri ve telekom ekipmanı ithalatı gibi temel konular tamamen İsrail’in onayına bağlandı; bu mekanizma Filistin’in dijital gelişmesini boğarak onu İsrail’e yapısal olarak bağımlı kıldı.
Bu kısıtlamaların gündelik yaşamdaki etkileri somut biçimde hissedildi. Filistin halkı uzun yıllar 2G gibi mobil iletişim teknolojilerine mahkûm bırakıldı. 2016’ya gelindiğinde Filistin, dünyada 3G/4G erişimi olmayan birkaç bölgeden biriydi. Batı Şeria’da 3G hizmeti ancak Ocak 2018’de -o da sınırlı olarak- devreye girebildi; Gazze ise bu hizmetten tamamen mahrum kaldı.[8] İsrail, 3G frekans iznini Filistin’e ancak kendi şirketlerine 4G lisansı verdikten sonra, yıllar süren pazarlıklar sonucu verdi. Yerel GSM operatörlerinin çekmediği bölgelerde Filistinliler mecburen İsrail SIM kartlarını kullanmak zorunda kaldı. Böylece İsrail şirketleri Batı Şeria’daki yasa dışı yerleşimlere 4G hizmeti sunup kazanç elde ederken, Filistinliler kendi şehirlerinde 2G’ye razı bırakıldı.[9] Ayrıca İsrail makamları, Filistin’in ikinci GSM şirketi Wataniya’nın (bugünkü adıyla Ooredoo Palestine) Gazze’de faaliyete geçmesini yıllarca engelledi; gerekli altyapı malzemelerinin girişini “güvenlik” gerekçesiyle sürekli erteledi.[10]
İsrail’in altyapı üzerindeki denetimi yalnızca cep telefonu şebekeleriyle sınırlı değil. Filistin’in internet trafiği parçalı ve kırılgan bir yapı içinde, büyük ölçüde İsrail’in omurga ağlarına bağlı biçimde işliyor. 2010’larda veri akışının neredeyse tamamı İsrail kontrolündeki ağ geçitlerinden yönlendirilmekteydi. Bugün de bu bağımlılık sürüyor; ancak altyapıya yönelik saldırılar, iletişim kesintileri ve ağ hasarları sistemi her zamankinden daha zayıf hâle getirmiş durumda. İsrail, internetin ana omurga hatlarını tekelinde tutarak trafiği izlemeye, bilgi ve iletişim teknolojileri ekipmanlarının Filistin’e girişini “güvenlik” gerekçeleriyle engellemeye devam ediyor.[11] Bu dijital denetim, Batı Şeria’daki fiziksel kontrol noktaları ve izin sisteminin dijital uzantısı olarak işliyor; bilgi akışını sınırlayarak ekonomik ve kamusal hayatı aksatan görünür ve görünmez bariyerler yaratıyor.[12]
Dijital sömürgeciliğin ikinci katmanı, gözetim teknolojileri ve algoritmik istihbarat üzerinden işliyor. İsrail, Filistin toplumunu denetim altında tutmak için klasik gözetim yöntemlerini aşan, yapay zekâ destekli kitlesel izleme ve otomatik hedef tespit sistemlerini uzunca bir süredir kullanıyor. İşgal altındaki topraklarda uygulanan gözetim rejiminin en görünür örnekleri, İsrail ordusunun “Kurt” (Wolf) adını verdiği yüz tanıma ve veri bütünleştirme sistemleridir. Blue Wolf, sahadaki askerlerin akıllı telefonlarıyla Filistinlilerin fotoğrafını çekip merkezi veri tabanıyla eşleştirmesini sağlayan bir uygulama. Uygulamada kişinin kimliği ve “risk puanı” ekranda anında belirir.[13] Bu sistemin beslendiği devasa dijital arşiv, ordu içinde “Wolf Pack” adıyla biliniyor ve bölgede yaşayan hemen her Filistinliye dair kimlik bilgileri, aile bağlantıları, adresler ve fişleme notları bu veri tabanında toplanmıştır.[14] Red Wolf ise özellikle El Halil kentinde devrede olan sabit bir yüz tanıma ağı. Red Wolf sistemi kontrol noktalarından geçen herkesin yüzünü tarar ve kişinin fotoğrafı veri tabanında yoksa geçişine izin vermemektedir.[15] Sistemin zamanla yeni gördüğü yüzleri de otomatik kayda geçirdiği ve fiilen sürekli büyüyen bir biyometrik fişleme altyapısı kurduğu belirtilmektedir.[16] Uluslararası Af Örgütü bu uygulamayı “Otomatik Apartheid” başlığıyla raporlamış; İsrail’in Filistinlilerin hareket özgürlüğünü yapay zekâ marifetiyle kısıtladığını dillendirmiştir.[17]
Gözetim sadece kameralarla sınırlı değil. İsrail merkezli NSO Group tarafından geliştirilen Pegasus casus yazılımı, dünya çapında olduğu gibi Filistin’de de hedeflere karşı kullanılıyor. 2021’de altı Filistinli insan hakları savunucusunun cep telefonlarının Pegasus ile hacklendiği ortaya çıkarken bu kişilerin 2020-2021 döneminde Pegasus aracılığıyla sistematik olarak izlendiğini belgeledi.[18] 85’ten fazla uluslararası örgüt bu kullanımı kınayan açıklamalar yayımlasa da İsrail’in dijital gözetim kapasitesi giderek büyüyor.[19]
Gözetim rejiminin en yeni ve tartışmalı boyutu, yapay zekâ destekli askerî hedefleme sistemleridir. İsrail 2023’ten beri Gazze’de yürüttüğü yıkım ve soykırımda yapay zekâ teknolojilerinden yoğun bir şekilde yararlanıyor. Basına yansıyan sistemlerden “The Gospel”, vurulacak hedeflerin listesini büyük veri analizleriyle otomatik olarak üretirken “Lavender” adlı başka bir sistem, kişiler hakkında telefon konuşmaları ve sosyal medya paylaşımlarından bir “şüphe puanı” hesaplayıp ilgili kişinin öldürülecek hedef listesine girip girmeyeceğini belirlemek üzere kullanılıyor.[20] İsrailli yetkililer Lavender’ı “çeşitli istihbarat verilerini çaprazlayan bir veri bankası” olarak tanımlasa da fiiliyatta bunun yarı-otonom bir ölüm listesi hazırlayıcısı olduğu açık.[21] Dijital hak örgütü Access Now, Lavender ve Gospel sistemlerinin Gazze’de “kitlesel katliamı otomatikleştirdiğini” vurgulamıştır.[22] İsrail ordusunun geliştirdiği bir diğer program olan “Where’s Daddy?” (Baba Nerede?) ise hedef alınacak kişinin evde çocuklarıyla birlikte olduğu anları belirleyerek saldırı zamanlamasını ayarlamakta; böylece “tali hasar” adı altında çocukları ve herkesi doğrudan tehlikeye atmaktadır.[23]
Antony Loewenstein ve başka araştırmacıların da vurguladığı üzere, Filistin uzun süredir İsrail’in ileri teknoloji ekosistemi için bir laboratuvar işlevi görüyor. Gözetim ve silah teknolojileri burada test edilip “sahada kanıtlanmış” (battle-tested) etiketiyle dünyaya pazarlanıyor; Filistin halkı ise bu teknolojik denemelerin bedelini canıyla ödüyor. İsrail, Filistinliler üzerinde denediği insansız hava araçları, casus yazılımlar ve yapay zekâ destekli hedefleme algoritmalarını daha sonra uluslararası pazarda satarak hem ekonomik hem stratejik kazanç sağlıyor.[24][25]
Dijital sömürgeciliğin üçüncü katmanı, İsrail’in anlatılar ve söylemler üzerindeki denetimi ile ilgili. İsrail, uzun süredir kendi resmi anlatısını küresel medyada baskın kılmaya, Filistinlilerin hikâyelerini ise marjinalleştirmeye çalışmaktadır. Sosyal medya ve çevrimiçi platformların yükselişiyle bu tahakküm, dijital alana taşındı. Facebook, Instagram ve X (eski adıyla Twitter) gibi (sözde) kamusal alanlar Filistinliler için çoğu zaman içeriklerin silindiği, hesapların askıya alındığı ve hafızanın hedef alındığı birer “dijital işgal alanına” dönüştü.
2015’ten itibaren İsrail, sosyal medya paylaşımlarını sistematik biçimde cezalandırma aracına dönüştürdü. Yüzlerce Filistinli gazeteci, öğrenci ve eylemci “kışkırtıcılık” ya da “teröre teşvik” suçlamalarıyla gözaltına alındı; Facebook gönderileri veya WhatsApp yazışmaları yargılamalarda delil olarak kullanıldı. 2015-2018 yıllarında en az 470 kişi bu gerekçelerle hapsedildi.[26] Basit bir Facebook paylaşımı yüzünden aylarca hapis yatmak mümkün hâle gelirken WhatsApp yazışmaları dahi İsrail istihbaratınca şantaj malzemesi yapılabildi.[27]
İsrail otoriteleri bununla da yetinmeyip sosyal medya şirketleriyle kurumsal işbirliği mekanizmaları geliştirdi. Adalet Bakanlığı bünyesindeki “Siber Birim”, Facebook, Twitter, YouTube........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Ellen Ginsberg Simon
Sabine Sterk
Mark Travers Ph.d
Gina Simmons Schneider Ph.d