menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Medyanın sınırlarını aşmak: Kolektif bilginin temellükü, emeğin dönüşümü ve alternatif gelecekler

7 0
13.08.2025

Günümüzün dijital dünyası, temel bir çatışmanın ana sahnesine dönüşmüş durumda. Bu çatışmanın bir tarafında, kamusal söylemi yönetmek ve kolektif bilgiyi mülk edinmek amacıyla devlet ile şirket gücünü birleştiren yeni denetim mimarileri yer alırken, diğer tarafta dijital araçları ve alanları demokratik hedefler için yeniden işlevlendirmeyi amaçlayan yeni oluşumlar bulunuyor. Bu bağlam, dijital medya okuryazarlığının önemini yeniden tanımlamayı da zorunlu hale getiriyor. Artık dijital okuryazarlık yalnızca yanlış bilgiyi tespit etme becerisi değil, aynı zamanda bilginin nasıl üretildiğini, kim tarafından kontrol edildiğini ve ne amaçla araçsallaştırıldığını anlama kapasitesine deniliyor.

Bilginin gücü, onu üreten ve yayan yapılar tarafından şekillendirilirken, medya kullanıcılarının rolü de köklü bir dönüşüm geçiriyor. Henry Jenkins gibi isimlerin coşkuyla “katılımcı kültür” olarak adlandırdığı bu yeni dinamikte, kullanıcılar artık sözümona pasif alıcılar değil, aktif içerik üreticileri ve dağıtıcılarıydı. Ne var ki, bu katılımın kendisi, çoğu zaman demokratik bir potansiyelden çok, ekonomik sömürünün ve siyasi manipülasyonun ham maddesine dönüşüyor.

Son yıllarda popülerleşen “Sansür-Endüstriyel Kompleks” kavramı, bu denetim mimarisini, yani devlet kurumları ile teknoloji şirketleri arasındaki işbirliğini tanımlamak için kullanılıyor (Shellenberger, 2023; ADF International, 2024). Ancak bu kavram, sansürü demokratik işleyişten bir sapma olarak çerçeveleyerek, sorunun kökenindeki yapısal dinamikleri gizleme riski taşıyor. Öte yandan bunu bir anomali olarak değil, (dijital) kapitalizmin kendi çelişkilerini yönetmek ve sermaye birikiminin koşullarını sürdürmek için başvurduğu zorunlu bir mekanizma olarak gördüğümüzde devlet, bu çerçevede, egemen sınıfın çıkarlarını koruyan ve dijital alanı sermaye lehine düzenleyen bir aktör olarak karşımıza çıkıyor. Bu nedenle, bu çok katmanlı tahakküme karşı filizlenen ve dayanışmayı temel alan hareketler, yalnızca ifade özgürlüğünü değil, aynı zamanda emeği ve müşterekleri savunarak daha adil bir geleceğe kapı aralıyor.

“Sansür-Endüstriyel Kompleks”, devlet gücü ile özel platformların altyapısının iç içe geçtiği, kamusal söylemi düzenlemeye yönelik yapısal bir ortaklığı ifade ediyor. Bu kompleks, devletin anayasal denetim sınırlarını aşarak teknoloji şirketlerini fiili birer vekil olarak kullandığı bir mekanizma üzerinden işliyor. Bu dinamik, hükümet organlarının platformlara içerik moderasyon politikalarını siyasi hedeflerle uyumlu hâle getirmeleri için doğrudan veya dolaylı baskı uyguladığı durumlarda somutlaşıyor (U.S. House of Representatives, Committee on the Judiciary, & Select Subcommittee on the Weaponization of the Federal Government, 2024).

Bu yapının en belirgin örneklerinden biri Türkiye’de de gözlemleniyor. 5651 sayılı kanun ve bu kanunda yapılan değişiklikler, sosyal medya şirketlerine Türkiye’de temsilci atama zorunluluğu getirerek platformları doğrudan devletin yargı mekanizmalarının muhatabı hâline getirdi ve şirketleri içerik kaldırma taleplerine uymaya zorladı (ARTICLE 19, 2021; Human Rights Watch, 2022). Bu mekanizma, 2022’de eklenen ve “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” suçunu tanımlayan madde gibi muğlak ifadelerle daha da kurumsallaştı. Venedik Komisyonu gibi kurumlar, bu tür yasaların ifade özgürlüğü üzerinde derin bir caydırıcı etki yarattığını ve keyfi uygulamalara zemin hazırladığını belirtiyor (Venice Commission, 2022). Bu yasal mimari, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı gibi merkezi bir stratejik kurum ve ona bağlı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi (DMM) gibi operasyonel birimlerle de destekleniyor.

Sansürün bu siyasi eylemi, daha derin bir ekonomik süreçle, yani kolektif bilginin mülk edinilmesiyle de doğrudan bağlantılı. Bu bağlantıyı anlamak için “yapay zekâ” olarak ifade edilen teknolojinin doğasına bakmak gerekiyor. Matteo Pasquinelli’nin de belirttiği gibi, yapay zekâ, biyolojik zekânın bir taklidi olarak değil, kolektif emeğin ve toplumsal bilginin kodlanarak otomasyonuna dayanan bir sistem olarak görülebilir. Bu süreç, sermayenin tarihsel olarak işçilerin bilgisini ve becerilerini gözlemleyip makinelere aktararak üretim sürecini denetim altına alma pratiğinin günümüzdeki bir devamıdır. Günümüzün yapay zekâ sistemleri de Marx’ın “genel zekâ” (general intellect) olarak adlandırdığı bu kolektif toplumsal bilgiyi mülk edinir (Pasquinelli, 2023).

Sansür-Endüstriyel Kompleks, bu noktada sadece bir siyasi baskı aracı olmaktan çıkıp bir ekonomik düzenleme mekanizmasına dönüşür. Kamusal alanda dolaşıma giren veriyi filtreleyerek, düzenleyerek ve istenmeyen unsurları ayıklayarak, otomasyonun ham maddesi olan kolektif bilginin, devletin ve şirketlerin çıkarlarıyla uyumlu bir şekilde şekillenmesini sağlar. Böylece sansür, yapay zekâ ekonomisi için bir tür kürasyon işlevi görerek, hangi bilginin değerli, hangisinin değersiz olduğuna karar veren ve “genel zekâyı” sermaye birikimi için “temiz” bir kaynağa dönüştüren bir süreç hâline geliyor. Bu durum, otoriter siyasi kontrol ile dışlayıcı yapay zekâ kapitalizmi arasında simbiyotik bir ilişki yaratıyor. Devletin siyasi kontrol ihtiyacı, şirketlerin yapay zekâ modelleri için ihtiyaç duyduğu düzenlenmiş ve “arındırılmış” veri setlerini üretir. Böylece siyasi baskı, ekonomik sömürü için ideal koşulları yaratır.

Bu otomasyon sistemlerinin maddi gerçekliği ve insani maliyeti ise çoğu zaman göz ardı edilir. İçerik moderasyonu, veri etiketleme ve kalite denetimi gibi görevler, internetin “akıllı” görünmesini sağlayan ve güvencesiz koşullarda çalışan bir emekçi ordusu tarafından yürütülür (Jarrett, 2022). Bu sömürü, küresel eşitsizlikleri derinleştiren bir coğrafi işbölümü yaratır. Örneğin, OpenAI ve Meta gibi şirketler için yapılan en travmatik veri etiketleme ve içerik moderasyonu işlerinin bir kısmı, saatlik ücretlerin 2 doların altına düşebildiği Kenya gibi ülkelerdeki işçilere yaptırılır (Perrigo, 2023; Perrigo, 2022). Bu emekçiler, ürettikleri verinin kontrolünü anında kaybeder ve bu veri, kendilerini manipüle etmek için kullanılan bir araca dönüşebilir. Çalışma süreci, algoritmik yönetim altında parçalanmış, özerklikten yoksun ve mekanik bir hâle gelir (Capitani, 2025). Bu koşullar, işçiyi kendi yaratıcı potansiyelinden (emeğinin ürününden), çalışma sürecinden ve rekabetçi, yalıtılmış çalışma ortamı nedeniyle diğer insanlardan uzaklaştırarak Marx’ın tanımladığı yabancılaşma biçimlerini yeniden üretir (Marx, 1959; Capitani, 2025). Bu durum, sistemin tesadüfi bir yan ürünü değil, yapısal bir ön koşuludur. Kolektif zekânın mülk edinilmesi, ancak emekçilerin kendi emek ürünlerinden ve süreçlerinden koparılmasıyla mümkün olur.

Denetim, mülk edinme ve sömürüye dayalı bu hâkim paradigmaya karşı, emeğin, verinin ve altyapının denetimini geri almayı hedefleyen karşı hareketler de şekilleniyor. Bu direnişler, çoğu zaman tekil ve birbirinden bağımsız çabalar olsalar da dijital alanda bütüncül bir özerklik inşa etmenin birbirine bağlı sacayaklarını oluşturuyorlar. Gerçek bir dijital özerklik, ancak üç alanın yani emek, veri ve altyapının aynı anda ve birlikte geri kazanılmasıyla mümkündür.

Bu direnişin somut örneklerinden biri, teknoloji endüstrisinin emek modeline karşı geliştirilen stratejik bir örgütsel yenilik olan Alphabet İşçi Sendikası’dır (AWU). Sendika, teknoloji şirketlerinin işgücünü bölmek için kullandığı iki katmanlı sisteme (tam zamanlı çalışanlar ve geçici/taşeron işçiler) doğrudan meydan okuyan “duvardan duvara” bir örgütlenme modeli benimser. Bu model, bir programcı ile bir temizlik görevlisini veya bir mühendis ile bir içerik denetçisini aynı çatı altında birleştirerek yapay sınıf ayrımlarını ortadan kaldırmayı ve kolektif bir güç inşa etmeyi hedefliyor. Sendika ayrıca, yasal tanınma için çoğunluğu beklemek yerine, halka açık bir şekilde örgütlenerek ve doğrudan eylemlerle güç inşa ederek “çoğunluk öncesi” bir strateji izliyor (McCreery, 2024). AWU, emeğin parçalanmasına karşı kolektif gücü yeniden inşa ederek özerklik mücadelesinin ilk ayağını temsil ediyor.

Emek üzerindeki denetim mücadelesiyle paralel olarak, dijitalleşmenin ham maddesi olan veri üzerindeki denetim için de bir mücadele yürüyor. Bu alandaki en dönüştürücü çerçevelerden biri, Küresel Yerli Veri İttifakı (GIDA) tarafından geliştirilen CARE İlkeleri’dir (Global Indigenous Data Alliance, 2019). CARE, sömürgeci ve dışlayıcı veri yönetişimi modellerine radikal bir alternatif sunarak, veriyi bir özgürleşme aracı olarak yeniden tasavvur ediyor. Bu ilkeler, Kolektif Fayda, Kontrol Yetkisi, Sorumluluk ve Etik olmak üzere dört temel üzerine kuruludur. Bu çerçeve, verinin yalnızca dış aktörler için değil, öncelikle ilgili topluluğun refahı için kullanılmasını, toplulukların kendi verileri üzerinde egemenlik sahibi olmasını ve veri ile çalışanların topluluklara karşı hesap verebilir olmasını savunuyor (Carroll vd., 2020).

Bu yaklaşımın somut bir örneği, Yeni Zelanda’daki Māori topluluğunun Te Hiku Media öncülüğünde yürüttüğü çalışmalarda görülebilir. Te Hiku Media, sömürgecilikle bastırılmış olan ana dilleri Te Reo Māori’yi canlandırmak için bir iwi (kabile) radyo istasyonu olarak kurulmuş. Zamanla, YouTube gibi kurumsal platformları kullanmanın, kendi kültürel verilerini ve dolayısıyla egemenliklerini bu şirketlere teslim etmek anlamına gelen bir “dijital sömürgecilik” biçimi olduğunu fark etmişler. Buna karşılık olarak, kendi özerk altyapılarını inşa etmeye karar verip önce 30 yılı aşkın süredir biriktirdikleri arşivlerini barındırmak için Whare Kōrero adlı kendi içerik platformlarını kurmuşlar. Ardından, kendi verilerini kullanarak kendi yapay zekâ dil modellerini (konuşmadan metne, telaffuz araçları vb.) geliştirmek için Papa Reo projesini başlatmışlar.

Bu proje, teknolojiyi sadece kullanmakla kalmayıp, onu kendi kültürel değerleriyle yeniden şekillendiriyor. Sürecin en kritik parçası ise Batılı mülkiyet kavramlarına bir alternatif olarak geliştirdikleri “Kaitiakitanga Lisansı”. Bu lisans, “sahiplik” yerine “kaitiakitanga” (koruyuculuk, muhafızlık) ilkesine dayanır. Verinin topluluğun ortak bir varlığı olduğunu, ondan elde edilecek faydanın topluluğa geri dönmesi gerektiğini ve verinin gözetim gibi zararlı amaçlarla kullanılamayacağını garanti altına alır. Te Hiku Media, kendi emeğini (teknoloji ekibi), verisini (Kaitiakitanga Lisansı) ve altyapısını (Papa Reo platformu) kontrol ederek, dijital özerkliğin üç ayağını da başarıyla birleştiren bütüncül bir model sunar.

Öte yandan medyanın kendisini yeniden inşa etme çabaları, somut kurumsal yapılara da dönüşüyor. 2014 yılında kurulan The Bristol Cable, binlerce yerel üyesine ait olan ve onlar tarafından “tek üye, tek oy” ilkesiyle demokratik olarak denetlenen bir medya kooperatifi. Bu yapı, The Cable’ı hissedarlara veya reklamverenlere değil, doğrudan hizmet ettiği topluluğa karşı sorumlu kılıyor. Finansal bağımsızlığını üyelik aidatları ve etik ilkelere uygun vakıf hibelerinden oluşan hibrit bir modelle sağlayan kooperatif hem devlet baskısından hem de piyasa sansüründen kaçınarak kamu yararına araştırmacı gazetecilik yapıyor. Bu model, medyanın sınırlarını aşmanın sadece içerikle değil, aynı zamanda mülkiyet ve yönetim yapısını temelden değiştirmekle mümkün olduğunu gösteriyor. The Bristol Cable’ın özerklik arayışı, teknolojik altyapıyı da kapsıyor. Kooperatif, üyelik yönetimi için piyasadaki pahalı ve veri sömürüsüne dayalı yazılımlara bağımlı olmak yerine, kendi kurum içi sistemi olan “beabee”yi inşa etti. Kendi teknolojisini geliştirerek hem üye verilerini üçüncü taraf platformların gözetiminden koruyor hem de büyük teknoloji şirketlerine olan bağımlılığını azaltarak altyapısal özerkliğini inşa ediyor. Bu çaba, diğer topluluk odaklı medya kuruluşlarının da benzer bir özerklik inşa etmesine olanak tanıyor.

Platform kooperatifçiliği gibi modeller de mülkiyeti ve yönetimi demokratikleştirerek daha adil yapılar sunuyor (Scholz, 2016). Bununla birlikte, bu tür yapılar genellikle büyük teknoloji şirketlerinin bulut bilişim gibi altyapılarına bağımlı kalıyorlar. Bu bağımlılığa bir alternatif olarak da son yıllarda Mastodon gibi federe sosyal ağlar ortaya çıktı. Bu ağlar, tek bir şirketin kontrolü altında olmak yerine, birbirleriyle iletişim kurabilen binlerce bağımsız sunucudan oluşuyor (Zignani vd., 2023). Bu yapı, teorik olarak sansüre karşı daha dirençli ve topluluk kontrolüne dayalı bir model sunuyor, ancak finansal sürdürülebilirlik gibi zorluklarla da karşı karşıya kalıyorlar.

Sansür-Endüstriyel Kompleks’in ve onun ekonomik temellerinin oluşturduğu bütünleşik sisteme karşı filizlenen direniş hareketleri, birbirinden yalıtılmış tepkiler değil, birbirini tamamlayan bir karşı stratejinin parçaları olmak zorundadır. Bahsi geçen hareketler, sistemin üç temel direğine aynı anda meydan okuyor: emeğin sömürüsü, bilginin temellükü ve altyapısal bağımlılık. Alphabet İşçi Sendikası, teknoloji devlerinin merkezinde, emeğin kendisini parçalayan ve değersizleştiren yapay ayrımlara karşı çıkarak sömürüye doğrudan müdahale ediyor. CARE İlkeleri ve Māori topluluğunun pratiği, emeğin ürünü olan kolektif bilginin (verinin) mülkiyetini, onu üreten topluluklara geri vererek temellük mantığını temelden sarsıyor. The Bristol Cable gibi medya kooperatifleri ve federe ağlar gibi modeller ise, altyapısal özerkliği somutlaştırma potansiyeli taşıyor.

Emeğin, verinin ve araçların geri kazanılması, dijitalde bütüncül bir özerklik kurmanın zeminini oluşturur. Mevcut sisteme direnmekle kalmayan söz konusu yaklaşımlar, geleceğin demokratik altyapıları için de somut bir vizyon ortaya koyuyor. Ortaya konan modeller, kâr ve manipülasyon odaklı platformların “daha etik” birer alternatifi olmaktan çok, mülkiyeti, yönetimi ve “değer” mantığını kökünden dönüştüren yapılardır. Temel hedefleri, kullanıcı verisini metalaştırmak yerine, topluluk bilgisini ortak bir varlık olarak koruyup geliştirmektir.

Bu bağlamda, dijital medya okuryazarlığı kavramı da dönüşüme uğrar. Artık sadece bireyin kendini dezenformasyondan koruduğu pasif bir savunma mekanizması olmaktan çıkar; yerine, yeni kurulan müşterek tabanlı ve demokratik olarak yönetilen altyapıların inşasına ve yönetimine aktif katılımı içeren yapıcı bir beceri hâline gelir. Gerçek dönüşüm, teknolojik bir çözümden çok, bahsi geçen sosyal ve örgütsel yeniliklerin yaygınlaşmasına bağlıdır. Kolektif bilgiyi ve emeği bir avuç aktörün çıkarı için değil, herkesin güçlenmesi için yeniden talep etme potansiyeli, direniş tohumlarının filizlendiği işte bu yeni ve özerk altyapıların kendisinde yatmaktadır.

AB tarafından finanse edilen ve 2023-2025 yıllarını kapsayacak "Bizim Medyamız" (Our Media) projesinin partnerleri arasında IPS İletişim Vakfı/bianet de var.

"Bizim Medyamız: Medya Okuryazarlığının ve Aktivizminin Çoğaltılması, Kutuplaşmanın Önlenmesi ve Diyalogun Teşvik Edilmesi için Sivil Toplum Hareketi" projesi üç yıl sürecek.

Projenin ilk odağı, Balkanlar ve Türkiye'de, STK'lerin, medya profesyonellerinin, genç aktivistlerin ve kamunun; medya özgürlüğünün yanında medyanın gelişimine ve sürdürülebilirliğine dair eğilimler ve zorluklar hakkında kapasite geliştirmelerini sağlamak olacak.

AB tarafından finanse edilen ve 2023 – 2025 yıllarını kapsayacak "Bizim Medyamız" projesinin partnerleri şöyle:

"Bizim Medyamız" projesinin IPS İletişim Vakfı/bianet adına araştırmacısı vakfın araştırma koordinatörü Sinem Aydınlı.

Proje, medyanın sürdürülebilirliğine yönelik ana eğilimleri, riskleri ve fırsatları belirlemek ve medya özgürlüğü ile medya ve bilgi okuryazarlığını (MIL) desteklemek için medya aktivizmi çalışmalarındaki iyi uygulamaları haritalandırabilmeye yönelik bir araştırmayla başlıyor.........

© Bianet