İşbölümü, genel zekâ ve denetim: Makine Çağı (3)
“Makine Çağı” serimizin ilk bölümünde, kapitalizmin ortaya çıkışıyla birlikte kol emeğinin yanı sıra zanaatkârların kuşaklar boyu biriktirdiği beceri ve bilginin işbölümü yoluyla parçalandığını ve makinenin “ölü emeğine” hapsedildiğini görmüş, serimizin ikinci bölümünde ise bu taarruzun karşısında yükselen direnişi, işçi sınıfının kendi kolektif zekâsını inşa etme mücadelesini ele almıştık. Luddistlerin savunmacı eylemlerinden, Çartist hareketin siyasi ve entelektüel atılımına uzanan bu süreçte, işçiler kendi okullarını, gazetelerini ve derneklerini kurarak, sermayenin dayattığı vasıfsızlaşmaya ve denetime karşı “gerçekten faydalı bilgi” ile silahlanmışlardı. Bu bölümde ise sermayenin denetim mantığını fabrika duvarlarının dışına taşıyarak nasıl küresel bir denetim ve yönetim sistemi inşa ettiğini inceleyeceğiz. Zamanın ölçülmesinden nüfusların sınıflandırılmasına, küresel iletişimin anlık hâle getirilmesinden bizzat düşünce süreçlerinin formüle edilmesine uzanan bu süreçte, dünyanın nasıl nicelikleştirildiğini, standardize edildiğini ve otomatikleştirildiğini ele alacağız.
19. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte “genel zekâ”nın mülk edinilmesi artık yalnızca fabrika zeminindeki mekanik tezgâhlarla sınırlı kalmadı; aksine istatistiksel tablolara, cebirsel formüllere, telgraf kodlarına ve sömürgeci idari prosedürlere de aktarılarak toplumsal yaşamın her alanına yayıldı. Sermayenin denetim arayışı doğrudan işçinin bedenini ve zamanını hedef alarak, bu temel varoluş alanlarını soyut, ölçülebilir ve yönetilebilir niceliklere indirgedi. Öyle ki, E. P. Thompson da “Zaman, Çalışma Disiplini ve Sanayi Kapitalizmi” başlıklı makalesinde, sanayi kapitalizminin ortaya çıkışıyla birlikte zamanı algılama ve kullanma biçimlerinde köklü bir dönüşüm yaşandığını öne sürer.[1]
Sanayi öncesi toplumlarda zaman, büyük ölçüde “görev yönelimli” idi: zaman, bir tarlayı sürmek veya bir ağı onarmak gibi somut işlerle ölçülürdü. Bu düzende, Thompson’ın belirttiği gibi, “iş” ve “yaşam” arasında net bir ayrım yoktu; çalışma ritmi, doğanın döngülerine ve görevin gereklerine göre esneklik gösterirdi. Ancak fabrika sistemi ve saat ücretine dayalı emek, bu algıyı temelden sarstı. Kapitalizm, işçiye “Artık zaman para oldu: zaman geçmez, harcanır” ilkesini adeta ezberletti.[2] Fabrikada çalan saat zilleri, duvarlara asılan resmi zaman cetvelleri ve vardiya değişimlerini bildiren sirenler, işçinin doğal yaşam ritmini mekanik ve dışsal bir tempoya kilitledi. Bu yeni düzende, emeğin her bir dakikası, patronun denetleyebileceği, ölçebileceği ve kâr amacıyla “harcanabilir” bir mülkü hâline geldi.
Zaman üzerindeki bu yeni ve mutlak denetim, kısa sürede toplumsal tepkileri de beraberinde getirdi. Sanayi Devrimi’nin ilk dönemlerindeki acımasız çalışma koşullarına bir tepki olarak İngiltere’de yürürlüğe giren 1833, 1844 ve 1847 tarihli Fabrika Yasaları, bu sürecin iki yönlü doğasını gösterir.[3] Bu yasalar, çocukların, gençlerin ve kadınların çalışma saatlerini sınırlandırarak, fabrika müfettişliği sistemini kurarak ve makine güvenliğiyle ilgili ilk önemli düzenlemeleri hayata geçirerek ücretli emeğe yönelik kısmi korumalar getirdi. Ancak bu düzenlemeler, bir yandan işçileri en vahşi sömürü biçimlerine karşı sözümona koruma altına alırken, diğer yandan fabrikada saat üzerinden ölçülen zaman disiplinini hukuki bir zemine oturttu. “İş günü” kavramını yasal bir çerçeveye bağlayarak, zaman üzerindeki denetimi devlet eliyle kurumsallaştırdı ve meşrulaştırdı. Artık denetimin mantığı, bireysel bir patronun keyfiyetinden çıkıp, devletin belirlediği “yasa saatiyle” işler hâle geliyordu. Bu yasalar, aşırı sömürünün en görünür toplumsal etkilerini bir ölçüde hafifletmiş olabilir; ancak, çalışma zamanının içindeki denetimin ve emeğin yoğunluğunun farklı biçimlerde sürmesine, hatta yeni yöntemlerle pekiştirilmesine zemin hazırladı.
Fabrika içindeki emeği ölçen ve standardize eden bu denetim mantığı, çok geçmeden fabrika duvarlarını aşarak tüm toplumu ve dünyayı hedef aldı. İşçinin bedeni ve zamanı üzerinde kurulan ölçme, parçalama ve sınıflandırma mantığı, artık nüfusları, toplumsal davranışları ve sömürgeleştirilmiş medeniyetleri yönetmek için kullanılıyordu. Bilginin toplanması, tasnif edilmesi ve sergilenmesi, modern devletin ve küresel kapitalizmin en güçlü iktidar teknolojilerinden birine dönüştü.
1851’de Londra’daki Kristal Saray’da düzenlenen “Tüm Ulusların Sanayi Eserleri Büyük Sergisi”, sanayileşmenin ulaştığı seviyenin ve makine gücünün zaferinin kutlandığı görkemli bir ideolojik gösteriydi. Ancak Timothy Mitchell’ın ortaya koyduğu gibi, bu sergi basit bir teknoloji fuarından çok daha fazlasıydı.[4] Sergi, dünyayı belirli bir hiyerarşiye göre “çerçeveleyen”, düzenleyen ve temsil eden bir mekanizmaydı.
Kristal Saray’ın içinde, Batı’nın sanayi makineleri “ilerlemenin” ve “uygarlığın” en üstün kanıtları olarak merkezde yer alırken, sömürgeleştirilmiş topraklardan getirilen el sanatları, ham maddeler ve hatta insanlar “egzotik”, “geri kalmış” ve “ilkel” nesneler olarak sergileniyordu. Bu düzenleme, dünyayı bir yandan sanayi metropolü, diğer yandan ham madde ve egzotizm kaynağı olarak ikiye bölen sömürgeci işbölümünü görsel olarak yeniden üretiyordu. Mitchell’ın deyişiyle, sergi, her şeyin bir temsile dönüştürüldüğü ve dünyanın modern kapitalist üretim için bir nesne olarak sunulduğu bir “dünya olarak sergi” modeliydi. Kristal Saray, böylece kapitalizmin teknolojiyi “tarafsız bir mucize” kisvesi altında sunarak kendi içsel çelişkilerini -sınıf sömürüsü, sömürgeci talan- ustaca gizlediği ilk küresel sahneye dönüştü. Makineler alkışlarla kutsanırken, onları var eden ve çalıştıran işçi elleri ile sömürgelerden yağmalanan kaynaklar, bu parlak vitrinin arkasında görünmez kılınıyordu.
Bu dönemde denetim mantığının topluma yayılmasında etkili olan araçlardan biri de istatistik bilimiydi. Bu alanın öncülerinden Belçikalı astronom ve istatistikçi Adolphe Quetelet, 1835 yılında yayımladığı İnsan ve Yeteneklerinin Gelişimi Üzerine, ya da Sosyal Fizik Denemesi adlı eserinde, topladığı suç, ölüm ve boy-kilo verilerini Gauss’un hata eğrisiyle (bugün çan eğrisi olarak bilinir) birleştirerek “ortalama insan” kavramını yarattı.[5] Quetelet için bu “ortalama,” doğanın hedeflediği ideal tipin bir yansımasıydı. Böylece çan eğrisinin merkezi “normal” ve arzu edilen, eğrinin uçları ise “anormal” ve düzeltilmesi gereken “sapma” olarak kodlandı. İstatistik, toplumu betimleyen bir araç olmaktan çıkıp, tanımladığı “normali” topluma dayatan bir denetim ve normalleştirme tekniğine dönüştü.
İngiliz polimat Francis Galton, Quetelet’nin mirasını devralarak bu mantığı çok daha tehlikeli bir noktaya taşıdı. Galton, istatistiği toplumsal hiyerarşileri meşrulaştırmak ve toplumu “ıslah etmek” için bir araca dönüştürdü. Kalıtsal Deha (1869) gibi çalışmalarında geliştirdiği korelasyon ve regresyon gibi istatistiksel araçlarla, zekâ ve yetenek gibi özelliklerin kalıtımsal olduğunu ve toplumsal sınıflar arasında eşitsiz dağıldığını “kanıtlamaya” çalıştı.[6] Bu, tarihin ilk sistematik öjeni programının temelini attı: Galton’a göre, toplumun “üstün” olarak görülen kesimlerinin üremesi teşvik edilmeli, “aşağı” kabul edilen varyantlar ise baskılanmalıydı. Galton’un ilk parmak izi sınıflandırma sistemini kurması, bu denetim arzusunun bireyin bedenine nasıl kazındığını gösterir.[7] Her beden, ölçülebilir, sınıflandırılabilir ve izlenebilir bir veri noktasına indirgenerek modern gözetim sistemlerinin temelleri atıldı.
İstatistiğin bu siyasi rolünü derinlemesine analiz eden pek çok isme göre “sayılara güven,” özellikle bürokrasilerin ve devletlerin kararlarını meşrulaştırmak için başvurduğu bir “mesafe teknolojisidir.[8] Örneğin Theodore Porter’a göre kararlar, keyfi veya taraflı görünmek yerine, “nesnel” ve “bilimsel” sayılarla desteklendiğinde daha fazla otorite kazanır. Bu, 19. yüzyılda olduğu gibi bugün de geçerlidir. Algoritmik risk skorları, öngörücü polislik yazılımları ve kredi derecelendirme modelleri, Galtoncu dizgenin dijital çağdaki mirasçılarıdır: veriler nötr ölçümler değil, mevcut sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyet hiyerarşilerini yeniden üreten ve pekiştiren siyasi makinelerdir.
İstatistiksel denetim mantığının en acımasız ve kapsamlı uygulamalarından biri ise, sömürge topraklarında gerçekleşmiştir. Britanya Raj yönetimi, 1871’de başlattığı ve her on yılda bir tekrarladığı “tüm Hindistan” nüfus sayımlarıyla, yalnızca insanları saymayı değil, aynı zamanda onları yönetilebilir kategorilere hapsetmeyi amaçlıyordu.[9] Bu sayımların mimarlarından H. H. Risley, Hindistan’ın karmaşık ve akışkan toplumsal yapısını, “ırk”, din ve kast temelinde sabit, hiyerarşik bir sınıflandırma sistemine tabi kıldı.[10] Risley, antropolojik ölçümleri ve istatistiksel verileri kullanarak, Hindistan’ın toplumsal dinamizmini kâğıt üzerindeki donmuş kategorilere hapsetti. Bu tasnif, “yerli genel zekâ”yı -yani yerel bilginin, toplumsal ilişkilerin ve kültürel pratiklerin karmaşık örüntülerini- sömürgeci idarenin ihtiyaçlarına göre yeniden kodlayan bir “yönetim algoritması” yarattı. Kast sistemini katı ve değişmez sınırlara dondurmak, belirli toplulukları belirli işlere (örneğin demiryolu inşaatı, plantasyon işçiliği) mahkûm ederek ucuzlaştırılmış emek bölümlerini kalıcılaştırdı ve bir “doğal işbölümü” miti yarattı. Bu veri toplama ve sınıflandırma çabası, sömürgeci servet transferinin ve ekonomik sömürünün ayrılmaz bir parçasıydı.
1890’larda Herman Hollerith’in delikli kart teknolojisi ortaya çıktığında, İngiliz istatistik bürokrasisi bu yeni “elektrikli sayım” tekniğini en büyük test sahası olan Hindistan’da denedi. 1901 sayım verileri, Londra’da delikli kartlara geçirildi ve bu, Risley’nin sınıflandırma sistemini daha da pekiştirdi. Bu adım, Hollerith’in şirketinin (daha sonra IBM olacak) küresel yayılımında kritik bir sömürge düğüm noktasıdır.[11]
Toplumların ve sömürgelerin verilerle denetlendiği bu dönemde, sermaye bir yandan da mekânın getirdiği sınırları ortadan kaldırarak denetimini anlık hale getirmenin yollarını arıyordu. 27 Temmuz 1866’da Great Eastern adlı devasa buharlı geminin İrlanda’nın Valentia Koyu ile Kanada’nın Newfoundland’i arasına döşediği kalıcı transatlantik telgraf kablosu, küresel kapitalizmin tarihinde çok önemli bir anı temsil ediyordu. Bu kablo, mektuplarla haftalar süren kıtalararası iletişimi dakikalara indirdi. Bu, basit bir teknolojik başarıdan çok daha fazlasıydı; Karl Marx’ın Kapital’de sermayenin temel dürtülerinden biri olarak tanımladığı “dolaşım süresini kısaltma” çabasının en somut sonucuydu.
Mallar hâlâ buharlı gemilerle okyanusu yavaşça geçerken, onlara ait bilgiler -fiyatlar, talimatlar, sigorta poliçeleri, piyasa haberleri- transatlantik telgraf kablosu üzerinden artık hızla iletilebiliyordu. Bu, küresel piyasalar için önemli sonuçlar doğurdu. New York ve Liverpool pamuk borsaları arasındaki fiyat farkları anında eşitlenmeye başladı, arbitraj olanakları daraldı ve piyasalar daha “verimli” hâle geldi. Stoklama maliyetleri düştü, çünkü üretim ve sevkiyat kararları anlık piyasa verilerine göre ayarlanabiliyordu. En önemlisi, sermayenin Londra ve New York gibi finans merkezlerinden dünya çapında eş zamanlı kumanda olanağı katlanarak arttı. Bu yeni iletişim ağı, aynı zamanda sömürgeci idarenin de belkemiği oldu: Bombay limanındaki bir gümrük rakamı veya Kalküta’daki jüt fiyatı, anında Londra borsasında bir “sinyal”e dönüşerek sömürge ekonomisinin metropolün ihtiyaçlarına göre daha sıkı bir şekilde entegre edilmesini sağladı.
Atlantik Telgrafı’nın kurduğu bu ağ, bir yıl sonra Edward A. Calahan’ın icat ettiği “borsa şerit okuyucusu” (stock ticker) ile doğrudan finans piyasasının kalbine bağlandı.[12] 15 Kasım 1867’de New York Menkul Kıymetler Borsası’na kurulan bu aygıt, hisse senedi sembollerini ve fiyat bilgilerini telgraf hattı üzerinden dar bir kâğıt şeride basıyordu. Bu sürekli akan veri şeridi, yalnızca borsa salonundaki brokerları değil, Boston’dan Chicago’ya kadar binlerce aboneyi eş zamanlı bir bilgi akışına bağladı. Daha önce günler süren fiyat dolaşımı dakikalara, hatta saniyelere indi.
Bu gelişme, Wolfgang Schivelbusch’un demiryolları için kullandığı “mekân-zaman sıkışması” kavramının finans alanındaki en radikal uygulamasıydı.[13] Borsa şerit okuyucusu, piyasa bilgisini anlık, sürekli ve kitlesel bir makine girdisine dönüştürdü. Fiyat bilgisi artık kendi başına alınıp satılan bir metaya, hatta bir kâr kaynağına dönüştü. 19. yüzyılın buharlı tezgâhları üretim sürecine nasıl bir hız ve disiplin dayattıysa, borsa şerit okuyucusu da finansal dolaşım süreçlerine aynı baskıyı uyguladı: karar alma aralığını saniyelere çekti, spekülasyonu bir zaman yarışına çevirdi ve fiyatın asıl kaynağını -yani metaların üretiminde harcanan emeği- daha da soyut ve görünmez kıldı.
Sermayenin iletişim ağları ve finansal araçlarla anlık denetimi sağladığı bu yıllarda, bir yandan da makinelerin kendi kendilerini denetleme yeteneği üzerine kafa yoruluyordu. Bu dönüşümün teorik temelini atan kişi, İskoç fizikçi James Clerk Maxwell oldu. Maxwell, Kraliyet Cemiyeti’ne sunduğu “Regulatörler Üzerine” başlıklı 1868 tarihli makalesinde, James Watt’ın buhar makinesinin hızını düzenlemek için kullandığı basit mekanik regülatörü ilk kez diferansiyel denklemlerle analiz etti.[14] Maxwell, “negatif geri besleme” terimini kullanmamış olsa da, sistemlerin kendi kendini dengeleme ilkesini matematiksel olarak analiz eden ilk bilim insanıydı: Bir sistemin çıktısı (örneğin makinenin hızı), sürekli olarak ölçülür ve hedeflenen değerden sapması (“hata sinyali”) sisteme bir girdi olarak geri beslenirse sistem kendi davranışını otomatik olarak düzeltir. Maxwell’in bu analizi, makinenin artık yalnızca dışarıdan aldığı komutlarla güç aktaran pasif bir uzuv değil, kendi durumunu “algılayan”, “karar veren” ve “eyleme geçen” devingen bir “organ” olarak tasavvur edilmesinin önünü açtı.[15]
Küresel iletişim ağlarının ve kendi kendini düzenleyen makinelerin ardında yatan temel bir mantık vardı: karmaşık süreçleri, özellikle de insan düşüncesini ve toplumsal bilgiyi, basit, hesaplanabilir ve mekanik olarak işlenebilir birimlere indirgeme projesi. “Akıllı makine” fikrinin ardındaki bu soyut mantığı, onu hayata geçiren somut teknolojileri ve bu sürecin belkemiğini oluşturan görünmez emek biçimlerini ele almak bu nedenle önemlidir.
Kristal Saray’ın parıltılı vitrinlerinden yalnızca üç yıl sonra, sanayi devriminin bir başka veçhesi, bir fabrika atölyesinde değil, bir matematikçinin çalışma masasında şekilleniyordu. Cambridgeli matematikçi George Boole, 1854 tarihli “Düşüncenin Yasaları Üzerine Bir İnceleme” başlıklı çalışması ile mantık tarihinde bir devrim yarattı.[16] Boole, Aristoteles’ten beri süregelen ve sözel önermelere dayanan geleneksel mantığı, ilk kez eksiksiz bir cebirsel sisteme dönüştürdü. Boole’un sisteminde, önermeler artık doğru ya da yanlış olabilen değişkenler olarak ele alınıyor ve bu değişkenlere sırasıyla 1 ve 0 değerleri atanıyordu. Mantıksal bağlaçlar olan VE (AND), VEYA (OR) ve DEĞİL (NOT) ise temel cebirsel işlemlere (çarpma, toplama gibi) karşılık geliyordu. Örneğin, Boole cebirinde bir ifadenin kendisiyle çarpımı yine kendisine eşittir (x²=x), bu da mantıksal olarak “doğru VE doğru, doğrudur” önermesine denktir. Bu hamleyle mantık, felsefi bir tartışma alanı olmaktan çıkıp, mekanik olarak uygulanabilecek bir hesaplama konusu hâline geldi.
Bu, serimizin önceki bölümlerinde tartışılan Charles Babbage’ın hesap makineleriyle başlayan sürecin düşünsel ve teorik karşılığıydı. Sanayi kapitalizmi, kol emeğini nasıl dişlilere ve buhara devrettiyse, şimdi de zihinsel emeğin en soyut ve temel boyutu olan mantıksal çıkarımı formüllere devretmenin yolunu açıyordu. Boole’un “düşüncenin cebri” fikri, insan aklının kurallı ve biçimsel yönünün tamamen sayısallaştırılabileceğini gösterdi. Böylece, “genel zekâ”nın en azından bir parçasının mekanik işlemcilere aktarılmasının teorik kapısı aralanmış oldu. Yaklaşık bir asır sonra Claude Shannon, Boole’un bu ikili (binary) mantığını elektrik röle devrelerine uygulayarak modern dijital elektroniğin ve bilgisayar biliminin temelini atacaktı.[17] Bugünkü algoritmaların, yazılımların ve yapay zekâ modellerinin temelinde hâlâ Boole’un 1 ve 0’lardan oluşan bu evreni yatmaktadır.
Boole’un soyut mantığı, 19. yüzyılın sonlarında somut bir toplumsal denetim makinesinde cisimleşti. Jacquard’ın 1804’te dokuma tezgâhları için icat ettiği delikli kartlar, bir deseni makine koduna çevirerek “program” fikrini doğurmuştu. Ancak bu teknolojinin toplumsal ölçekte bir kırılma yaratması, ABD Nüfus Sayımı Bürosu’nun 1890 sayımında karşılaştığı devasa veri işleme kriziyle mümkün oldu. 1880 sayımının elle derlenmesi yedi yıldan fazla sürmüştü ve artan nüfusla birlikte 1890 sayımının on yıldan uzun süreceği tahmin ediliyordu.
Bu soruna çözüm bulan Herman Hollerith, Jacquard’ın delikli kartlarını elektrik akımıyla okuyan bir sistem geliştirdi. Her yurttaşın yaşı, cinsiyeti, ırkı ve medeni hâli gibi bilgileri, kâğıt para boyutundaki kartlara açılan deliklerle kodlanıyordu. Hollerith’in elektromekanik tabülatörü, bu kartları okuyarak, iğnelerin deliklerden geçip bir cıva havuzuna temas etmesiyle bir elektrik devresini tamamlıyor ve ilgili sayacı bir artırıyordu. Bu sistem sayesinde, 62,6 milyonluk nüfusun temel verileri altı hafta gibi rekor bir sürede işlendi; bu, önceki sayıma göre on kattan fazla bir hızlanma demekti.[18]
Bu icatla birlikte nüfus verileri, yönetilebilir, analiz edilebilir ve denetlenebilir bir ham maddeye dönüştü. Bu başarı üzerine Hollerith, 1896’da Tabulating Machine Company’yi kurdu. Bu şirket, bir dizi birleşmenin ardından 1924’te International Business Machines, yani IBM adını alacaktı. Delikli kartların tarihi -Jacquard tezgâhından Babbage’ın analitik motoruna, Hollerith’in tabülatöründen IBM’in küresel veri altyapısına- kapitalizmin bilgiyi ölçülebilir, işlenebilir ve denetlenebilir bir “ölü emek” formuna çevirip sermayeye bağlayışının teknolojik temelini oluşturdu.
E. P. Thompson’ın betimlediği zaman disiplini, 19. yüzyılın sonlarında Frederick Winslow Taylor’ın şahsında “bilimsel” bir yetkinliğe ulaştı. Taylorizm, zamanın kodlanmasını hareketin kodlanmasıyla tamamlayarak, denetimi insan bedeninin en ince kas hareketlerine kadar indiren bir projedir. Taylor, Midvale ve Bethlehem Steel fabrikalarında kronometreyle yürüttüğü meşhur deneylerinde, her iş adımını en temel, atomik parçalarına ayırdı. Amacı, zanaatkârın veya tecrübeli işçinin kafasında biriken örtük bilgiyi -yani “genel zekâ”nın atölyedeki tezahürünü- sistematik olarak söküp almaktı. 1911 tarihli “Bilimsel Yönetimin İlkeleri” adlı eserinde bu projesini açıkça formüle etti: “Yönetimin üstlenmesi gereken görevlerden biri, geleneksel bilgi birikimini toplamak, bu bilgiyi sınıflandırmak, listelemek ve kurallara, yasalara ve formüllere dönüştürmektir.”[19] Bu, emek sürecinin en temel ilkesi olan “tasarım” (conception) ile “uygulama” (execution) arasındaki birliğin radikal bir şekilde koparılmasıydı. Artık işin nasıl yapılacağına dair bilgi ve karar alma yetkisi, yönetim ofisinde merkezileşiyor; atölye ise bu merkezden gelen komutları sorgusuzca uygulayan bir vasıfsız kuvvet deposuna dönüşüyordu.
Harry Braverman’ın belirttiği gibi, bu bir “bilim” değil, sermayenin bilimsel yöntemi emek üzerinde bir denetim aracı olarak kullanmasıydı. Taylorizm, zanaatkârın bilgi ve becerisini parçalayarak “çalışmanın değersizleştirilmesini” başlattı.[20] Bu süreç, emeğin “algoritmalaştırılmasının” ilk adımı olarak görülebilir. Bir işçinin bir görevi nasıl yapacağına dair sahip olduğu bütünsel ve örtük bilgi, Taylor tarafından açık, sıralı ve mekanik talimatlara dönüştürüldü. İşçinin özerkliği ortadan kalkarken, kendisi bir komut-uygulama mekanizmasının, makinenin canlı bir uzantısı hâline geldi.
“Genel zekâ”nın makineye aktarılmasının ve bilginin otomasyonunun ardında, genellikle tarihin göz ardı ettiği bir fail yatar: düşük ücretli, vasıfsızlaştırılmış ve çoğunlukla kadın olan zihin işçileri. Bu sürecin en çarpıcı örneklerinden biri, Dava Sobel’in detaylıca anlattığı üzere 19. yüzyılın sonlarında Harvard Gözlemevi’nde yaşandı.[21] Gözlemevi müdürü Edward C. Pickering, 1876’dan itibaren, yıldızların gökyüzündeki konumlarını ve parlaklıklarını kaydeden binlerce cam fotoğraf plakasını analiz etmek için bir grup kadın asistanı işe aldı. Bu kadınlar, sonradan “Harvard Computers” (Harvard Bilgisayarları) olarak anılacaklardı.
Saat ücretleri 25 ila 50 cent arasında değişen bu kadınlar, erkek meslektaşlarından çok daha düşük ücretlerle, cam plakaları bir büyüteçle incelemek, yıldızları saymak, konumlarını hesaplamak ve spektrumlarını sınıflandırmak gibi son derece meşakkatli, tekrara dayalı ve zihinsel olarak yorucu işler yapıyorlardı. Bu emek yoğun süreç, kol gücünde Taylorizmin yaptığı şeyi zihin emeğinde yapıyordu: karmaşık bir bilimsel çalışma, basit, tekrarlanabilir mikro görevlere bölünüyordu.
Ancak bu görünmez emek, astronomi tarihinde devrim niteliğinde keşiflere zemin hazırladı. Williamina Fleming, on binden fazla yıldızı katalogladı ve ünlü Atbaşı Bulutsusu’nu keşfetti. Antonia Maury, yıldızları sınıflandırmak için daha karmaşık bir sistem geliştirdi. En önemlisi, Henrietta Swan Leavitt, Sefeid değişen yıldızlarının periyotları ile mutlak parlaklıkları arasında bir ilişki olduğunu keşfetti (1908). Bu “periyot-parlaklık ilişkisi,” gökbilimcilerin daha sonra galaksiler arası mesafeleri ölçmesini ve evrenin sandığımızdan çok daha büyük olduğunu kanıtlamasını sağlayan temel bir araç oldu. Ancak bu devrimci keşiflerin kredisi ve şöhreti, büyük ölçüde gözlemevi yönetimine ve erkek astronomlara gitti.
Harvard’ın kadın “bilgisayarları” örneği, “genel zekâ”nın nasıl üretildiğine dair kritik bir gerçeği ortaya koyar. “Zekâ,” ne ilahi bir ilham ne de tek bir dâhinin ürünüdür; aksine, soyutlanmış mantık, mekanikleşmiş süreçler, işbölümü ve sömürülen insan emeğinin (kadınların düşük ücretli çalışması) bir bileşimidir. Bu, “genel zekâ”nın her zaman belirli emek biçimlerinin sömürüsü ve değersizleştirilmesi yoluyla ele geçirildiğinin bir tezahürüdür. Bugünün yapay zekâ modellerini eğiten ve veri etiketleyen (çoğunlukla Küresel Güney’deki düşük ücretli) “mikro işçiler”, Henrietta Leavitt’lerin dijital çağdaki torunlarıdır.
İzini sürdüğümüz gelişmeler, birbirinden kopuk teknolojik icatlar değil, sermayenin “genel zekâ”yı kendi denetimi altına alma ve kâr mekanizmasına dönüştürme arayışının birbiriyle bağlantılı halkalarıdır. Bu dönemde denetim, birbiriyle ilişkili üç temel süreçle derinleşti ve yaygınlaştı. Birincisi, metrikleşme ve cebirselleşme, dünyanın ve insan faaliyetlerinin ölçülebilir birimlere indirgenmesini sağladı. Zaman disiplini, zamanı soyut bir niceliğe dönüştürürken, George Boole’un ikili mantığı, düşüncenin en temel işlemlerini 1 ve 0’lara indirgeyerek sayısallaştırdı. Bu, bilginin makine tarafından işlenebilir bir formata dönüştürülmesinin teorik zeminini hazırladı.
İkincisi, istatistikselleştirme ve sınıflandırma, bu ölçülebilir birimlerin toplumsal ölçekte toplanması, analiz edilmesi ve yönetilmesi sürecini ifade eder. Adolphe Quetelet’nin “ortalama........
© Bianet
